Featured

Carl Sagan ve Marihuana Üzerine

Bu makale, 1971'de yayımlanan Marihuana Reconsidered (Marihuana Gözden Geçirildi) adlı kitap için 1969 yılında yazıldı. Sagan o yıllarda...

23 Aralık 2011 Cuma

Ağustos böceğinin "lanet olsun" demesiyle karıncanın demesi arasında dağlar kadar fark var mı? Yoo, hiç bir fark yok. Aptal karınca onca zaman uğraştığıyla kalıyor.

"Olsun, uğraşıyorsun en azından" kısmındaki "uğraşıyorsun"un herhangi bir maddi, manevi yararını görmedim. Gören varsa bana anlatmasını dilerim, neyi kaçırıyorum acaba..? Ölümden sonrasına da inanmadığım için acaba neden "uğraşıyorum", sonuç aynı olacaksa.

13 Aralık 2011 Salı

aabb

The Beatles'ın da özellikle erken zamanlarında sık sık yaptığı gibi, o dönem revaçta olan abab şarkı düzeni yerine şimdilerde popüler olan aabb düzeni de çok hoş oluyor bazen be. Ama böyle alttan alttan. Biz de kullanmıyor değiliz.

Çok güzel bir örneği için:


11 Aralık 2011 Pazar

Aah, elim yandı!

İnsan sıcak bir şeyi bir başka odaya taşırken yolda eli çok ısındığında vücudun verdiği refleks "bunu bir an önce bir yere bırakmalısın ve elindekini direk yere fırlatmak yerine yavaşlayıp mantıklı bir yere koyuvermek için kaybedeceğin fazladan 1 saniye bana ekstra zarar vermeyecek"tir ya.

İşte o, daha ilk ısınmada elindekini yere atanlardan.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Bile Bile

Sezen Aksu, "güzel müzik yapan ama dinlemediğim sanatçılar" kategorisinde (malesef..?). O nedenle ortalama bir türkten daha az biliyorum en bilindik şarkılarını bile.

Geçen gün artık aklıma mı geldi, bi yerde mi gördüm/duydum bilmiyorum, şu şarkısını her gece loopa alır oldum:


Özellikle nakaratıyla sözcük sözcük "o hissi" bu kadar mükemmel şekilde anlatan başka bir şarkı dinlememiş olabilirim bugüne kadar.

Artık o kategoriden çıkarmam lazım Sezen Aksu'yu sanırım.

Akıl Hastası

Beraber olmaktı
İki yılın sonunda "penguen gibi yürüyorsun sen, ama çok şirinsin" demekti
Karşındakini kusurlarıyla sevmekti
Hatta, kusurlarını sevmekti,
Akıl hastası gibi.

Aynı cümlede ikilem yaşamaktı,
"Yumurta kafa sana çok yakışmış"taki gibi
Ama sonuçta hep güzeli görmekti
Çünkü olumlu bakmaktı aslında hayata,
Olumlu bakmayı öğrenmekti.
Çünkü bilmekti
Ne olursa olsun, karşındaki kişinin seni önemseyeceğini
Yatıştıracağını
Seveceğini.

1-0 önde başlamaktı hayata
Ya da hayata başlamaktı belki de.
"Ben bunu neden daha önce yapmadım"dı,
Uyuşturucuydu, bir kere başlandı mı bırakılamayan.

Öleceğini bilsen o sırada
Mutlu olmaktı yine de,
Akıl hastası gibi.


12 Ekim 2011 Çarşamba

Merhaba blog,

Uzun süredir yazmıyorum buraya. Farkındayım bunun tabi, ama bu blogu açma sebebim tamamen kendimi rahatlatmaktı malum; herhangi edebi bir neden aramadığımdan içimden gelmediği sürece yazmayacaktım. Bunu başardım aslında, zira son zamanlarda kendimi iyi hissediyorum, 1.5 yıldır olmadığı kadar. 

Aslında yazmamamın bir başka büyük nedeni de kendime sonunda güzelce bir defter almam ve aklımdakileri her an ona yazmam.


Neden kendimi son zamanlarda daha iyi hissediyorum?

Bir kere son zamanlarda grubumuzla ilgili güzel şeyler oluyor. İnsanlık için küçük, bizim için büyük adımlar attık, Roxy'de 2. olduğumuzdan (olduklarından) beri ilk defa gerçek anlamda bir şeyler değişiyor sanki. Daha çok içimize sinen şarkılar çalmaya başladık, kaydedeceğiz şimdi onları. Gerçi iki haftadır bir kere bile beraber çalmadık, ayrıca Şubat'ta gruptan iki kişi Erasmus'a gidecek, grubun çalışmaları da duracak bu nedenle. Her neyse, o zamana kadar kim öle kim kala. Umutluyum ben bu konuda. Bana bir çeşit terapi olduğundan, başkaca bir şey değil. Bunu meslek haline getirmek ve bundan para kazanmak gibi bir niyetim yok; buna niyetlenirsem hayal kırıklığına uğrayacağımı biliyorum çünkü. Gruptaki herkesin müzikal geleceğimizle ilgili farklı izlenimleri ve beklentileri var, bu bile başlı başına ilginç zaten. Birimiz bu işi tek mesleği haline getirmeye çalışırken, başka birimizin hiçbir şey umrunda değil gibi görünüyor çoğu zaman. Yine de beraber stüdyoda ya da sahnedeyken iyi hissediyoruz her birimiz; en azından ben öyle görüyorum.





Bu meşgalemin yanında iyi hissetmemin en büyük nedeni zamanın geçmiş olması sanırım. S.'den ayrılalı 1.5 yılı geçti ve o bende sadece kırık bir anı olarak duruyor artık. Bu akşam işyerinden bir arkadaşlaydım Taksim'de. Erkek arkadaşından ayrıldı. Ayrıldığı günden beri ne zaman ona baksam kendimi görüyorum, 1.5 yıl önceki kendimi. Onun üzerinden kendime çalışmış gibi olacağım, ama ilk defa kendimi üzüntü bataklığından kurtulmuş gibi hissettim onu gördükçe. Tıpkı benim 1.5 yıl önce hissettiğim gibi hissediyordu, ve bu konuda bana açılabilecek kadar "sağlıklı" görmüştü beni. Bir yandan hep eski kendimi düşündüm bu akşam, sürekli düşünceli duran ve "neyin var, iyi misin, daldın" gibi şeyler duyan, sürekli hatrı sorulan ve telkin edilmeye çalışılan ben, uzun süre sonra telkin edebilecek konumdaydım, bunu yapabileceğimi düşünen bir insanlaydım. Demek ki beni yeni tanıyan insanlara yeterince "sağlıklı" görünüyorum artık..?

Ona yardımcı olmaya çalıştım elimden geldiği kadar; gerçi ne kadar gelebilirdi ki elimden, çok benzeri bir kaosu ben de 1.5 yıl kadar önce yaşamışken? Ama hiç yalan söylemedim; "geçecek" diyebildim ancak, hatta hiçbir zaman geçmeyeceğinden, sadece alıştığımızdan bahsettim; şu an hissettiklerimi anlattım bir yerde. Öyle oluyor çünkü, insanın kalbi biliyor doğru kişiyi, ve onu kaybetsen de, o seni artık istemese de onu arzuluyorsun. Hayatına yeni bir insanın girmediği gün sayısı giderek artarken, sen onun suratını bile unutmaya başlamışken, tek unutmadığın ona karşı hissettiklerin oluyor. Bir yerden sonra mutlu hissediyorsun kendini artık, sırf hayatında böyle yüksek bir duyguyu yaşayabildiğin için. Acı gidiyor, sevgin baki kalıyor.

O yüzden daha mutluyum işte. Aslında bir nedeni yok, sadece normalleşmemi sağlayacak kadar çok zaman geçti.

Zaman her şeyi normalleştiriyor.

23 Ağustos 2011 Salı

Waiting For The Moon To Rise

Son zamanlarda gördüğüm rüyaları Belle and Sebastian çok güzel anlamlandırmış zaten yıllar önce...


"If there's a place I want to go
Then I'll be there with you
'Cos in my dreams
The things I'm wishing for
Keep coming true"


23 Temmuz 2011 Cumartesi

Suffused with static

Etrafımda sık sık duyduğum bir takım "kurallar" var, benim farkında olmadığım, arayıp da bir türlü bulamadığım. Tanrı'nın varlığına çoğu insanın sorgusuz sualsiz, gökten inen bir kitap vasıtasıyla inanması gibi tıpkı. Bu gece onların irili ufaklı bir kaçından bahsedip kendimce çürütesim var hepsini.


Tamam müşteriyle iletişim içinde değilsiniz de, yine de işyerine böyle mi gidiyorsun?: Bu yine en basiti, zaten kendi kendine çürüyor; şöyle ki, patronumuz bile şort+converse'le işe gelen, kıyafetlerin özellikle de yazılım işinde (ki bence işin kendisi doğrudan kıyafetle ilgili olmadığı sürece (defile gibi) kıyafetin hiç bir iş kolunda önemi yok) pek bir öneminin olmadığının farkında olan bir insan neyse ki.

Evlenmek, aile kurmak, çocuk yapmak önemlidir: 24 yaşındayım ve yalnızlığı seviyorum. Bir günde 24 saatin kısa olduğunu düşünüyorum ve gün içerisinde yapılacak işe gitme, işten gelme, sevdiğin şeylerle ilgilenme, ıvır zıvır işlerle ilgilenme derken kendimi dinlemeye ve uyumaya bile vakit kalmıyor. İnsanlar neden evlenmeyi bu kadar seviyor, neden üniversiteyi bitirir bitirmez hemen birileriyle hayatlarını birleştirme çabası içindeler? Ukalalık yapmak istemem ama, hayatta sık sık "sıkılan" insanların böyle yaptıklarını düşünüyorum. Hayatına anlam katmanın en erdemli yolu, biriyle evlenip çocuk yapmaktan mı geçiyor? Pek çok kişi için öyle. 40 yaşında hâlâ evlenmemiş ama resim/müzik yapıp hayatını bu şekilde -zor da olsa- geçindiren, dünyaya bir şeyler bırakmaya çalışanlar "homeless gibi" görülürken, ikinci çocuğunu yapmış, "temiz" işi olan insanlar mı erdemli oluyor? Afedersin ama sikeyim öyle hayatı.

Çok para veren, saygın bir firmada çalış, sen bunu yapabilirsin, sonra kendi evini - arabanı alırsın işte ne güzel: Bu konuda diyecek fazla bir şey bırakmadım sanırım. Üstteki noktada açıklamış bulundum bunu. İstersen tomarla para al, "hayatını yaşa", o hayat "ölmemek için yaşıyorsun", ya da "daha iyi ölmek için yaşıyorsun"dan öteye gitmeyecek. Dünya için bir şey bırakmadığımız sürece, öldükten sonra birilerine, bir şeylere yararımız olmadığı sürece havyar içinde yaşamamızın ne manası var (bu konuda benim de halen sorunlarım var; bana da havyar verseler yerim. Ama farkında olmak, değişmeye başlamanın en önemli gerekliliğidir, değil mi?). Bunun yanında; sadece tek bir hayat var, onu da işine geldiği gibi yaşasan iyi edersin. Öldükten sonra hiçbir şey, ama hiçbir şey kalmayacak, inan bana. Sadece, yaşarken bırakabildiklerin kalacak. Ölümden sonra'ya yatırım yapmak da neymiş; gerçek olup olmadığını bile bilmediğin bir şey için, gerçek olduğuna emin olduğun, her an içinde yaşadığın şeyden vazgeçmek de neymiş?


Bu yazıyı şarap + Six Feet Under'ın muhteşem finalinden hemen sonra yazdığım için - her zaman olduğu gibi - saçmalamış olabilirim.


"I’m just saying you only get one life. There’s no God, no rules, no judgements, except for those you accept or create for yourself. And once it’s over, it’s over. Dreamless sleep forever and ever. So why not be happy while you’re here. Really. Why not?"

Nate, Six Feet Under S05.E11

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Levon

Bazen dibe vurmak için uğraşıyoruz(m). Zaten kafan çok güzelken "dur lan bi bira daha içeyim, bugün kusmak var!" demek gibi. Kusmayı çok severmiş gibi. Sanki o zaman gerçek kötüyü görüp büyük bi aydınlanma yaşayacağım gibi geliyor.

Farkına varamadığım, varmak istemediğim şey ise; o dibe vurma, sen her ne kadar memnun olmasan da pek çok açıdan güzel olan hayatını kendi ellerinle bok ederek olursa bir şey öğrenemeyeceğin. "Hayatın sillesi" öğretir bir tek. Şükürün başlangıcı; ama neye şükredeyim, şansa mı? Açıkçası "her şey benim elimde, ben kimsem kendi kararlarım sayesinde oluyor" yetersiz geliyor bana. "Çevrenin etkisi" de var tabi, ama ondan bahsetmiyorum. O default olarak var, olmak durumunda. Ama bazen, sanki hayatıma yön veren ciddi şeyler tamamen ama tamamen tesadüfen oluyor gibi geliyor.

Bir de, hiç tanışmadığım insanlardan tanıştıklarıma göre daha güzel etkilenebiliyorum. Bu tip bir süper etkilenmeyi tanıştığım bir insanla, hem de tanıştıktan sonra yaşıyorsam ise, ona aşk diyeceğim artık. Aşkın tanımı bu olacak benim için. Yani evet; tanışmadan aşk olmayacak. Ama onun için de buluruz tanım, nedir ki (platoniklik?). Aşk, tek başına olmuyor, olmamalı, ya da olmasın. Hem bu dediğim unisex bi şey. Aşk sadece karşı cinse karşı (ya da eşcinselsen kendi cinsine karşı) ve cinsellik de içeren bir şey olmak zorunda değil sanki.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

sinizm    Fr. cynisme 
a. fel. İnsanın erdem ve mutluluğa, hiçbir değere bağlı olmadan bütün gereksinmelerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes'in öğretisi, kinizm.
 Güncel Türkçe Sözlük 

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Underrated vs. Overrated

Aklıma bu iki gruba gireceğini düşündüğüm şeyleri listelemek geldi. Şimdilik sırf başlamış olmak için yazayım aklıma ilk gelenleri, devamını düşündükçe eklerim.

(O değil de Blogspot'ta bi girişi "pin"leyip böylece daha sonra yeni yazılar girdikçe onun geride kalmasını engelleyip hep anasayfada ilk sırada çıkmasını sağlayabiliyor muyuz, yoksa bildiğimiz günlük defteri mantığında mı olmak zorunda her şey..?)


Underrated
The Beatles (evet.)
Love (hangi Türkçe sözcüğü seçsem ki bunun için?)
Ün (evet.)
Mastürbasyon
Müzik
Sakinlik


Overrated
Ölüm - kendinin ya da bir yakınının
İntihar
Başarısızlık
Bohem'in güzelliği / Carpe Diem
Gerçeklik
Pop müzik
Para
Seks
Tanrı ve dinler (fazlasıyla)

3 Temmuz 2011 Pazar

Evlilik

Ulan vay anasını, 85li bi arkadaşım daha evlenmiş, benden sadece 2 yaş büyük! Bu yaşta evlenilir mi ya, baya garip.

Dur lan, aslında baya garip değil, biraz garip. 26 yaşını bitirmiş sonuçta bugüne bugün.

Uf.

One Love

Merhaba,

Aklım karışık biraz. Bir kaç farklı şey var aklımda, beni fazlasıyla kurcalayan. Bildiğin günlük yazıyorum, ama bu sefer deftere değil, buraya. Neden bilemedim. Bloga eskiden yazdığım şeylere daha çok baktığım için ve ilerki bakışlarımda bu geceki yazımda saçmaladığımı anlayabilmek ve ders çıkarabilmek için olabilir.

Bugün One Love'daydım. Normalde aşırı ilgimi çekmeyen grupların olduğu bir gündü benim için (hani dicem "müzik" öyle bir şey değil, her şeyi dinlemek lazım/dinlemeye çalışıyorum ama bugün hiç o kafada değildim be). Bi Büyük Ev Ablukada, bi de Manic Street Preachers için gidiyordum zaten, ilkini kaçırdık, ikincisini de hiç adam gibi dinlemedim/dinlemek istemedim, arka fon melodisi oldu sadece. Öyle istedim bugün sanırım, en yakın arkadaşlarımlaydım çünkü. Onlarla çok istediğim halde pek sık yapamadığımız tatlı muhabbeti özlemiştim.

Konu bu değil ki ama. Senin okuluna, seninle sık sık vakit geçirdiğim, en güzel anlarımın geçtiği, beraber içtiğimiz, çalıştığımız, ders çalıştığımız yere ilk defa gittim 1,5 yıl sonra. Her şey seni hatırlattı yine, ama bu sefer sıkıntılı değildim, mutluydum. Anılarım aklıma geldikçe gülümseme oluştu suratımda. Çok özlemişim seni yine de be.

Sokakta yürürken yanımdan geçen kedinin benden korkması bile iyi hissettirir oldu. Ki normalde bir sokak hayvanının benden korkması canımı sıkan bir şeydir, aklıma hep "sana bugüne kadar nasıl davrandılar da yanından geçen insandan korkar oldun?" diye düşündürür. Bugün öyle olmadı ama, bir şekilde, baya saçma bi şekilde, kendimi güçlü hissettirdi. "Beni ciddiye/dikkate alan, nefes alan bir canlı varmış lan" diye düşündüm. Baya çirkin bi durum bu tabi. Bu paragrafın senle bi ilgisi yok bu arada, hayatımdaki genel saçmalıklarla ilgili daha çok.

Sonra aklıma, Erasmus'tayken treni kaçırma pahasına seni aramam falan geldi. Yaptığımız, yaptığım, yaptığın ufak şeyler. Senin için küçük, benim için büyük adımlar geldi aklıma. "Sevgilimle medeni olarak ayrıldık, hâlâ görüşüyoruz" zırvası çeken bir kaç arkadaşım oldu bu hafta içinde, onları falan düşündüm. Sen neden benle görüşmek istemiyorsun, yüzüme bile bakmıyorsun? Keşke hayatımda olsaydın dedim içimden hep. Bir kaç gündür Belle & Sebastian dinlemeye başladım uzun bir aradan sonra, senle son iletişimimde sana diskografisini verdiğim grup. Tam sana göre, hâlâ öyle düşünüyorum. Bizi anlatıyor sanki, artık olmayan, sanki aslında bir zamanlar da hiç olmamış bizi. Çok özlüyorum bizi ya, yine gün aşırı rüyalarıma girmeye başladın; beraberiz hep. Çıkmasaydın ya hayatımdan? Bütün rüyalarım boyunca sana sarılıyorum, rüya olduğunun farkında olarak hem de, yine de hiç bitmesin istiyorum, hem de hiç. Napıcaz?

Ne saçma bi yazı oldu, kopuk kopuk, tamamen kendime saklamam gereken şeyleri yazdım buraya. Neyse, alkole verelim bunu da, yaptığım her boktan şeyi alkole veriyorum zaten, oh ne âlâ. Senin insanoğlundan çektiğin nedir ya alkol?

Yine de Ozan'a, Zeynep'e ve İdil'e, bu güzel insanlara teşekkür ederim, hayatımda oldukları için. Sizi seviyorum! Herkesin böyle arkadaşları olması dileğiyle.. Böyle şeyleri insanların yüzüne kolay kolay söyleyemiyor insan, ama hep düşünüyor ve yazıyor.

Ve seni tekrar kollarıma almadıkça, buraya düşüncelerimi -istediklerimi- yazmaya devam edeceğim. Çünkü ben seni istiyorum. Bu, zaman-bağımsız bir şey. Bu sırada arkada bu çalsa nasıl olurdu?

29 Haziran 2011 Çarşamba

Darwin

Hayatta her şey göründüğü gibi olmayabiliyor. Her şeye açık olmak ve çok emin olsak bile fazlasıyla araştırmadan hiç bir konuda kesin bir yargıya varmamak gerekiyor.

E tamam, bunu biliyoruz da, ben bu konuyu tam olarak; Darwin'in gençken sırf hobisi olan, böcekleri daha iyi incelemek adına, bir din adamının sakin yaşantısının böcekleri incelemeye bolca vakit bırakacağını düşünerek kendini kiliseye kapattığını öğrenince kavradım.

28 Haziran 2011 Salı

Interpreter

Yalnız kaldığımı hissediyorum son zamanlarda.

Yeni şarkılar yapmak istiyorum. Derdimi anlatamıyorum ama, kafamda dönen şeyleri kağıda-notaya dökemiyorum. Sanırım "müzisyenlik"le müzikten anlamanın ayrımı burada oluyor. Herkes derin hissediyor, herkes farklı hissediyor. "Duygularımı sözcüklere dökemiyorum" ne çok duyduğumuz bir laftır, değil mi? İşte o duygular, sözcüklere dökülebilirse efsane oluyorsun.

Ben de efsane olmak istiyorum. Beynimi somutlaştırabilmek istiyorum. İşte o zaman bir işe yarayabileceğimi düşünüyorum. Beynim ne kadar gerekli ya da yararlı bilmiyorum, en azından denemiş olacağım. Ama denemeden hiçbir şey olmaz. Hem denemekten ne çıkar? Bir kez olsun kendini bırakıp tam olarak istediğin şeyi yaptığın oldu mu? Başkalarının dediklerine kulak asmayı bırakmak, başarmanın çok küçük bir kısmı. Ancak kendi kendine kulak asmayı bıraktığın anda kendini gerçekleştirebilirsin. Bir de "no one will grant your wishes, you better make them happen."

Her şey bilgisayar dünyasındaki kadar kolay olsaydı, bi compiler, bi interpreter bilgisayar kodlarına yaptığı gibi düşünceleri çevirip birebir yorumlayıp önyüze yansıtsaydı. Sanırım o zaman insan olmazdık ama işte.

27 Haziran 2011 Pazartesi

S.

Tam 15 ay sonra bile hayatta en çok heyecanlandığım anların adını duyduğum, senden bahsedilen anlar olması beni fazlasıyla rahatsız etmiyor değil.

Bir yandan da çok dayanıklı olduğumu ve sevmeyi öğrendiğimi (?) kanıtlıyor gibi.

Kafka yıllarca yazdı ya, Max Brod kankası olmasaydı ve dilediği gibi tüm yazıları yakılsaydı ne olurdu? Bizim için pek kötü olurdu da, kendisi için bir şey değişir miydi? Yine yazacaktı, bunu başkaları için yapmadı çünkü; yazılarını yayınlamak için, düşüncelerini başkalarına gösterebilmek için yazmadı.

Ben de başkaları için sevmiyorum. Senin için de sevmiyorum. Seviyorum işte, seveceğim. Boşu boşuna olacak da olsa, yani kimilerine göre. Ruh sağlığımı falan bozmuyor bu durum, takıntı da değil. Sadece hayatta en iyi yaptığım  şeyin üzerine gidiyorum. Ama, rahatsız etmiyor değil..

(Kafka örneğiyle haletiruhiyemin ne alakası var lan.)

23 Haziran 2011 Perşembe

20 Haziran 2011 Pazartesi

Egal

Hayatımda her şeyin ters gitmesini, bazı şeylerin ters gitmesine tercih ederim. Çünkü bazı şeyler ters gidince insanda onları düzeltme isteği ve dolayısıyla gücü oluyor. Bu onu zorlu bir sürece ve mutsuzluğa itiyor. Halbuki sorunlar düzeltemeyeceğin kadar çoksa, bildiğin koyveriyorsun. Tıpkı bir dersi bırakınca "ben o dersi bıraktım hacı" derkenki rahatlığın gibi. Gerçi bugüne kadar hiç ders bırakmadım. Neden bırakmadım, kendimi hep zorladım? Çünkü ben kendimi yıllardır yanlış şeylere zorlayan bir aptalım. Peki meyvelerini topladım mı? Hiç toplamadım, hem de hiç.

Ve şimdi her şey ters gittiğine göre, fazla mutsuz olmama gerek yok. O yüzdendir ki, iş-okul-hobi-para-her çeşit insan ilişkilerim, hatta en basitinden götümü oturduğum yerden kaldırma isteğim her geçen gün kötüye giderken, hepsinin iyiye gittiği dönemdekine göre çok daha mutluyum. Şapşal bohemliğim sizi yanıltmasın.

O değil de, bu ruh halime en iyi George Harrison gidiyor şimdilik.

Bir de, "en kötü intihar ederim lan" cümlesini daha önce kuran olmuş mudur acaba? Kuracağımdan değil de, merak ettim. Hayat baya ucuz bi şey çünkü, bu cümleyi kuranlara "akıl sağlığı bozuk" muamelesi yapanların akıl sağlığı bozuk asıl bence.

16 Haziran 2011 Perşembe

Anlamlı

Bu kadar anlamlı müzikler dinleyip, anlamlı kitaplar okuyup, anlamlı insanlarla konuştuğun hâlde başına gelen şeylerin canını hep ilk seferki gibi sıkmasına, sürekli mutsuzluğa neden olmasına nasıl hâlâ göz yumabilirsin ki?

Bazı şeylerin farkına çoktan varmış olman lazımdı, hayatın anlamsızlığı gibi..

7 Haziran 2011 Salı

-Ne?
+Ne ne?
-Noldu? Neden öyle duruyorsun?
+Hiç, canım böyle durmak istedi. Hiçbir şey yapmadan. Oldukça sade. Sakin. Gözlerine bakmak istedim.
-Garip hissettim..
+Neden ki? Sözcüklerden daha güçlü değil mi böyle? Her şeyi anlatıyorlar bana. Saatlerce boşuna konuşmuşuz gibi hissettiriyorlar.
-...
+Kuşları görüyor musun?
-Hangi kuşları..?
+Bir de akustik gitar tıngırtısı.
-İyi misin sen?
+İyiyim, hem de uzun zamandır olmadığım kadar.
-...
+Bunlar canlanıyor bende şu anda, gözlerini görünce. Sende de bir şeyler canlanmasını isterdim. Kötü de olsa, bir şeyler canlansaydı keşke....

the birds



Elbow'un aşırı başarılı bulduğum (görece) yeni albümünden pek başarılı bulduğum bir şarkı geliyor:

Kaldı mı dohuz!


Fotoğrafın çekildiği yılla MHP'nin kurulduğu yılın aynı olması, olayı daha da muhteşem kılıyor.

6 Haziran 2011 Pazartesi

JFK

Dünya yakın tarihinde en çok ilgimi çeken olaylardan biri John F. Kennedy'nin Dallas'ta arabasında halkı selamlarken bir sniper tarafından vurularak öldürülmesi. Nasıl olduğuyla ilgili farklı teoriler var, zamanında olayı inceleyip karara varan Warren Komisyonu'nun dediklerine (Single Bullet Theory - Seinfeld'de de bir bölüme konu olmuş, başkanı öldürüp valiyi ağır yaralamış magic kurşun) bile inanılmamış. Yalnız şu aşağıdaki videoda amcamlar o kadar mükemmel yapmışlar ki animasyonu, hâlâ da durup "iki farklı silah farklı yerlerden aynı anda ateşlendi hacı" falan diyen varsa pes diyorum.



Evet, proje yapmak yerine bunları izliyorum. Sanırım dersten kalcam.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Yasaklar

Bugün internet yasakçılığında yeni bir çığır daha açıldı. Bir avuç xxx, ultimate-guitar.com adresindeki gitar tablarını da engellemeye başladı. Neden olarak da şu sunulmuş:




Sonra "neden yurtdışında yaşamak istiyor gençler, beyin göçü olmamalı, ayıp ediyorlar" gibi garip şeyler diyo xxx başbakanımız ve kurmayları. Bir de xxx bir adam var Bülent Arınç diye mesela, Ümit Boyner'in yasaklara karşı olan açıklamalarına cevap olarak "siz iktidara gelince pornoyu serbest bırakırsınız artık, ama biz yasaklicaz" falan diyor.

Bütün bu yasakçı adamların bir an önce xxx dilerdim. Zavallılar.

Şimdi ben o bakmak istediğim tablara ulaşamayacak mıyım sanki? Siz salak mısınız, yasaklayarak kimi engelleyebilirsiniz ki?

Ekleme: Yazıyı revize ettim. Devlet erkanına olan küfürleri temizledim falan. Şimdi içeri atıp işkence yaparlar, kolumu kırarlar sonra "nezarethanede yere düşüp kolunu kendi kendine kırdı" falan derler, dava zaman aşımına uğrar falan. Ne gerek var.

24 Mayıs 2011 Salı

İnsanları teselli etmek için kullandığınız "Bu kadar üzme kendini, ...... gerçeklemese de yine böyle olacaktı" cümlesinin aslında ne kadar sinir bozucu olduğunun farkında mısınız? Bırakın öyle olduğu için olmuş olsun. Diğer türlüsü daha kaderci, daha kontrolsüz, daha üzücü değil mi? Elimde olmayan nedenlerden üzülmekten nefret ediyorum. Diğer türlüsünü sevdiğim bile söylenebilir, hüzünlü bir lanet olsunculuğu var. Bu arada hüzün bence pozitif bir sözcüktür.

Film çevirmiyoruz burada, Kelebek Etkisi değil bu. Her seferinde Afrika'da fil osurunca burada fırtına çıkmıyor, ya da ne bokumsa işte. Bazen bir şeyin göz önünde, büyük bir nedeni olabiliyor. "O olmasaydı da..."larla geçecek vakit, teselliyle sürecek bir ömür yok önümde. Bir şeyin nedeni istemli ya da istemsiz, haberli ya da habersiz şekilde bensem benimdir. Ben kendimi suçlamıyorken, sizin kendimi suçlamamam için sırtımı sıvazlamanız gereksiz.

Hayat gidiş yolundan puan vermiyor. Sonuca puan veriyor sadece. O yüzden kendisine sürekli adaletsiz deniyor zaten.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

dağıl-birleş-folloş

Arada müzik gruplarının biyografilerini incelerken şu tip şeyler görüyorum:

1968'de kuruldu. 1972'de dağıldı.
...
1991'de tekrar birleşti. 1996'da dağıldı.

En can şarkılarına bakıyorsun, istisnasız hepsi ilk 4 yıllık periyotta yapılmış. Zaten ikinci birleşmede yeni şarkı falan yapılmamış, hep o muhteşem asitli 4 yılın ekmeği yenmiş. Ki tam da yenememiş belli ki, yine dağılınmış. Hem o ikinci birleşmede, asıl elemanlardan sadece bir ya da iki tanesi kalmış.

Bunun gibi sürüyle grup var. Bazıları tanınmış da gruplar. Ne kadar sevgi ve saygı duysam da, beğendiğim bir grubu bu kategoride görünce içim sızlamıyor değil. Yahu 60larda hayvanlar gibi yardırmışsın, saygı görmüşsün, 65 yaşına gelince kendine hiçbir şey katmadan hala 20 yaşındayken bestelediğin (muhteşem) şarkıları çalmaktan utanmıyor musun az da olsa?

(Şimdi bu adam gelip "hayatım boyunca senden daha başarılı oldum ve geri dönüş kararım sayesinde hayatında bir arada göremeyeceğin kadar para kazandım" dese "abi Türkiye'ye de gel, parası neyse veririz izleriz" demeyi de ihmal etmem.)

(Daha da ileri gidersem; ben de olsam sanırım aynısını yapardım. Şimdi o adamcağız denememiş midir sanki daha güzel besteler yapmayı? Örnek olarak kullandığım adamı çok hakir gördüm, özür dilerim örnek olarak kullandığım adam..)

Help! The Captain Threw Up - Reprise

Bu bir beğeni ve teşekkür yazısı olacak. (Allah bilir sonunda da nereye kayacak).

Bu grup hakkında en son 13 ay önce yazmışım. O zamanlar yeni sayılırlardı daha. Şarkıları daha farklıydı, daha sınıflandırılabilirdi, daha gitardı, daha azdı.

Şimdi karşımızda kategorilere sığmayan, Roxy Müzik Günleri ikincisi bir grup var. Ben ki kategorize etmeyi çok seven bir adamım, bu grubu edemiyorum. Indie, eclectic gibi aslında günümüzde içine hemen her bokun girdiği janrlar (sözcüğe gel) kullanıyorum onlar için.

Bir yılda inanılmaz bir yol katettiler, ki bunun bir bölümünde hiatus'ta (sözcüğe koş) gibiydiler. Sağolsunlar bu yolun son (ve en kaymaklı) kısmında ben de bulundum ki o gün bu gündür kendimi artık çok da şanssız bir insan olarak görmüyorum.

Benim önerim, onları müziği arkaplanda tutmanız gereken anlarda değil, ayrıntılara yoğunlaşmaya müsait olduğunuz anlarda dinlemeniz. Mesela yatmadan hemen önce, yatarken, ıvır zıvır şeyler okurken, ders çalışırken (!) ..


(O değil de bu ne ya hâlâ myspace falan. Artık münferit bi site gerekiyor bu gruba. Bir ara yapmalı bunu.)


Şimdi buradan farklı bir konuya dalasım var da dalmasam mı ya.

Aslında bi kaç cümleye düşürülebilir belki düşündüklerim: Mood denen şey çok değişken ve etrafında beklemediğin şeyler o kadar çok olabiliyor ki. İnsan riyakar bir kere. En basitinden; çok bunalımda, intiharın eşiğinde olan bi adam, grubuyla Roxy'de finale kaldığını öğrense, o intiharı ertelemez mi, en azından sonuçlar açıklanana kadar? (Bu kişi ben değilim tabi. Evet genelde (yalnızken?) pesimistim ama intiharı düşlerken falan başıma gelmedi bu. Moralimi de bir hayli yükselttiğini söylemem gerek). 

Bir de, bazı dönemlerde başına gelen ilginç şeylerin ömrünün sonuna kadar sürmeyeceğini/hayatını kökten değiştirmeyeceğini düşünsen bile, ömrünün o bölümünü meşgul ediyor işte. Olay yine John Lennon'da bağlanıyor: Hayat, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlerdir.


Sonu alakalı olsun. Hepinize teşekkür ederim Help! The Captain Threw Up. Bu yarışmanın benim için en güzel yanı, ikincilikten ziyade, hakkımda düşünülenleri görmek oldu. Sanırım böyle bir şeye ihtiyacım vardı son zamanlarda. "Müzik benden geçti abi" de demicem artık sayenizde.

Yanlış yıldız seçimi?


İnsanlar değişir. Hissettikleri de paralel olarak değişir. Bir ilişkinin bitmiş olması, onun bir zamanlar çok güzel olmadığını ya da gerçekten sevgi barındırmadığını göstermez. Sadece, insanlar değişir.

(♫ Ama sen değişmezsin, sen insan değilsin ♬ şeklindeki lise dönemi dizemle bitirmek istedim çok.)

25 Nisan 2011 Pazartesi

Wikipedia

Wikipedia mükemmel. Gerçekten mükemmel. Tabi İngilizce sitesinden bahsediyorum, orada fake bilgi pek az oluyor. Kapsam açısından da "genel" bir ansiklopediye göre gayet doyurucu. Bence Wikipedia'nın görünürdeki en büyük sorunu; bir başlık başka bir başlığa atıfta bulunduğunda, atıfta bulunulan başlıkta bazen atıfta bulunan başlıkla ilgili bilgi olmaması.

Bu konuda son rastladığım örnek:

Janis Joplin başlığında, meşhur olmadan önce Beehive saç tarzına yöneldiği yazıyor. Beehive başlığına gidildiğinde ise, bu saç tarzını kullanan ünlüler arasında Janis Joplin'in adı geçmiyor. Bu yüzden, bilginin doğruluğundan emin olmak için başka kaynakları da kontrol etme ihtiyacı duyuyor insan.

Bu tip referans eksikliklerini yazılımsal olarak bulmak zor değil, hele Wikipedia mühendisleri için çocuk oyuncağıdır. Bunun üzerine düşseler Wikipedia çok daha güzel bir yer olur.

Bunu acaba Wikipedia'ya bir maille söylesem mi diyorum da, "ulan dünkü bok, sanki biz farkında değiliz" demelerinden çekiniyorum.

Hendrix

Hayatımda bu kadar güzel bir müzisyen fotoğrafı daha görmedim. Adamın paçalarından karizma akıyor.


23 Nisan 2011 Cumartesi

Hitler

Bunu görünce kahkahalarla güldüm. Sanırım adamların "ekmeği fazla kızartıp kömürleşmiş alanları şekillendirme sanatını" ortaya çıkarmaları, ve bu tekniğin öncüleri olarak ne imaj seçseler orjinal olacakken gidip sittin çeşit Hitler profili seçmeleri ve olayı hayvanlar gibi detaylı ve başarılı yapmaları komik geldi.


19 Nisan 2011 Salı

Bir haftasonunu da kendime ayırayım, iş/okul ilgilenmeyeyim dedim. Şu anda götümde ayı bağırıyor. Tanrım ben kendime naptım böyle?

13 Nisan 2011 Çarşamba

Gerçekten bunun tanımını yapmamı mı istiyorsun? Bu çok zor, hem de kişiden kişiye değişen bir şey. Yine de deneyeceğim.

Hepsinden önce; onu herhangi bir şeyden daha çok seversin. Kimse için kurmayacağın, kuramayacağın "onun için canımı veririm" cümlesini kurarsın onun için. Ve gerçekten bilir ve hissedersin ki, böyle olağandışı bir durumda gerçekten onun için ölmeye hazırsındır. En yakınındakilere, kan bağın olanlara, annene karşı hissettiklerinin üzerine bir de bu kendine has duygusu vardır. Neredeyse gururlusundur kan bağın olmayan birini bu kadar sevebildiğin için.

Daha da güzeli tüm bu duygulara onun haberi olmadan, ya da ondan bir karşılık görmeden de sahip olabilirsin. Aslında senin için önemli olan onun karşılık vermesi değildir, onu sevmek çok güzeldir. Kolay kolay sahip olunamayan bir duygun olduğu için mutlusundur. Bu duyguyla aylarını, yıllarını geçirebilirsin. Zaten zaman olgusu bir yerden sonra kaybolur; aylar, yıllar geçmiş ne farkeder ki? Bu kadar değişime inanırsın, "insanlar hep değişir" dersin, değişirsin de, ama tek değişmeyen bu duygudur. Onu hâlâ ilk günkü gibi seversin, o artık olmasa bile. Olmayan bir şeyi seversin. Karşılık beklemeden, acı çeke çeke seversin. Çok acı bir biberi yerken gerçekten canın çok yandığı halde garip bir zevk almaz mı bazı insanlar? Demek her acı katlanılmaz ya da istenilmez olmuyor. 

Onsuz tek anın geçmez, rüyalarında bile! Uykuya dalmadan hemen önce, uyandığın anda, gün içinde, sürekli aklındadır; bazen suratı, bazen güzel bir anınız, bazen de kocaman harflerle adı. Sokakta yürürken ilginç bir şey gördüğünde aklına ilk gelen onla paylaşma isteğidir, yıllar geçmiş olsa bile. Dinlediğin bütün şarkılar bir şekilde onu anlatır, bazen Metallica'nın falan olsalar bile. Zaten istedikten sonra her şeyden çıkarabilirsin onu, her yerde görebilirsin yüzünü.

Onun artık "seni seviyorum" dediği başka biri vardır, senin adını unutmak üzere bile olabilir. Tüm bunlar senin sevgini kırmaz, aksine gün geçtikçe daha çok seversin. Öyle çok seversin ki, "Bundan öte ne olabilir ki zaten? Bana daha nasıl davranması gerekiyordu onun sevmemem için?" diye düşünürken cevabı sorunun içinde bulursun: Ondan bağımsızdır sevgin, ondan bağımsız ama onun için.

Bir de, hepsinden önemlisi, bu hissettiklerinin, kurduğun cümlelerin çok ulu falan olduğunu düşünürsün. "Dünya böyle sevgi görmedi" falan diye düşünürsün bazen. Bu doğru değil. Belki şu doğru olabilir ama: "Dünyam böyle sevgi görmedi." Bazı dönemlerinde hayatının, hayatta iyi yapabildiğin tek şeyin onu sevmek olduğunu düşünebilirsin. Böyle durumlarda değirmenlere karşı savaştığını düşünüp de şevkini kırma; sevmeye devam et. Çünkü sen sevmeyi seviyorsun. Ondan hiç vazgeçmek istemediysen, ondan vazgeçmeyi istemezsin. Bu kadar basit.


Aşk tek kişiliktir diye standart bir cümle var ya.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Abbey Road

Just before the famous Abbey Road photo was taken, The Beatles were photographed on the sidewalk waiting to cross the street.


10 Nisan 2011 Pazar

5 Nisan 2011 Salı

"28 Mart 2010'da benden ayrıldıktan sonra 'elbet unutacaksın, hayatına daha kimler girecek. En azından bu ikimize de ders olmuş olacak' demiştin. Hayatıma başka kızlar girdi gerçekten, ama hiç biri senin gibi olmadı. Hepsinde seni aradım, ve hala seni arıyorum. Ben sadece seni isteyeceğim, geri alınması imkansız tek şey 'zaman' olsa bile."

Bu cümleleri bir kaç yıl sonra söylediğimde, abarttığımı düşünenler ve kendisi göt olacak. Ama bu kimsenin bir işine yaramayacak. Keşke kimse göt olmayacak olsa.

İlerde bu yazdıklarımı okuyup göt olmayı arzulardım ama insan tanıyor kendini az çok.

Beni hayata en çok bağlayan şeyin, beni çoktan geçmişe gömmüş eski kız arkadaşımın düşüncesi olmasını kendime yediremiyorum.

3 Nisan 2011 Pazar

last.fm


Ön bilgi: last.fm'de default ayar olarak, bir şarkının %50sini dinlediğin anda, o şarkıyı veritabanına skroplamış oluyor. Bu şekilde dinlediğin tüm şarkılar, kaç kere dinlediğine kadar saklanabiliyor ve başkaları tarafından görülebiliyor.

Kaderin şöylesine ne dersin:

Az bilinen bir gruptan çok güzel bulduğun bir şarkıyı dinlerken tam da %50sine gelmek üzereyken bir nedenle geçsen, böylece o şarkı senin listende gözükmese. O şarkıyı dinleyen ve çok seven, tam da aşık olacağın tarzda bir kız (bu ne basit bir tanımlama), "bu şarkı ne kadar güzel ve ne kadar da az dinlenmiş, acaba diğer dinleyenler kimler?" diye dinleyenler listesine baksa, orada senin adını göremese, böylece senin diğer sevdiğin şarkılara bakıp da senin için "vay be" diyemese (her zaman için, insanların dinlediği şeylerden o insan hakkında çok sağlam karakter tahlili yapılabileceğini düşünmüşümdür), sonra sana özel mesaj atıp tanışamasa, sonra sevgili olamasanız, Avrupa'yı, dünyayı gezemeseniz, beraber yaşayamasanız, her şeyi beraber yapıp deliler gibi eğlenemeseniz, birbirinizin en güzelleri olamasanız, en çok da, tek başına dinlerken çok hoşuna giden şarkıları, çok hoşuna giden kızla dinlemenin o çok hoş zevkine hiç varamayacak olsan..

En başa dönelim; hayatını değiştirecek olayı 1 saniyeyle kaçırdın. Bundan sonra dikkat et, şarkıların en az %50sini dinledikten sonra şarkıyı geç. (Aslında niye bir şarkıyı geçesin ki, sonuna kadar dinle.)

Hayat aslında bu kadar basit olayların birbirine tutunmalarından ibaret değil mi? Sadece çok nadiren bu tutunmaları farkediyoruz ve "10 dakikayla x'i kaçırdım, bilmemneyle hayatımın fırsatını kaçırdım" vb. cümleler kuruyoruz. Halbuki bu tutunmalar her an her yerdeler. Ve genelde iyi yolda işliyorlar bence. Her şey olacağına varır çünkü, her şey yoluna girer (mi gerçekten?). Yoksa kaos hakim olurdu(??), dünya bundan daha iyi olmazdı muhtemelen. Sonuçta, senin için kaçan fırsat, bir başkası için, dünya için, düzen için bir yarara dönüşüyor.


Bu arada,

her şey yoluna girecek != her şey iyi olacak
her şey yoluna girecek ?= her şey olacağına varacak

2010 Yaz

İntihar etmemek için yaşıyorum.

Kendimi sık sık aslında ait olmadığım şeyleri yaparken (aslında neye ait olmam gerektiğini de bilmiyorum) ve çok meşgul bulmamın sebebini buldum sanırım:


No Work- Not doing any work and not keeping yourself busy soon deteriorates your mind and brings both bad health and thoughts in your mind. Keeping yourself busy is best way to get rid of multiple diseases and sins. Doing nothing and letting your mind wander aimlessly is one of easiest and best way to commit suicide.

Legalize it.


2 Nisan 2011 Cumartesi

Eternal


Eric Clapton

Bu adam 1970'ten beri aynı. Saçı uzuyor - kısalıyor - kırlaşıyor, gözlükleri değişiyor, yüzü biraz kırışıyor ama tarzı neredeyse aynı kalmayı başarmış. Ya da şöyle diyeyim; artık saçtan sakaldan mıdır nedir, 70lerdeki yetişkin görünümü yüzünden adamın 30-40 yıl önceki bir fotosunu görünce "bu fotoğraf 90lara mı ait acaba?" demeye müsait bir tipi varmış o zamanlar.

Dicem de, 1970'ten önce o kadar farklıymış ki, Cream ileyken mesela, bence fotoğraflarını görse o da kendini tanımaz.

Gözlüklü olan Clapton(mış):




Bu arada Cream, dönemin diğer ulu gruplarına nazaran biraz underrated sanki.

30 Mart 2011 Çarşamba

Paradisophobia

[par-uh-dahyz-o-foh-bee-uh]
-noun


The groundless fear that someday www.radioparadise.com will stop broadcasting music.

28 Mart 2011 Pazartesi

28.03.2010

Tam şu sıralarda bir yıl oluyor senden ayrılalı. Ya da beni bırakalı mı desem? Kağıt üzerinde ben ayrılmıştım sanırım, çünkü artık beni sevmediğini görmüştüm. Kendimin de nefret ettiği kişiyi değiştirmeyi başarmaya başladığım halde, ve sen de bunu farkettiğin halde. Tam da şu yüzden buna rağmen ayrıldık zaten; beni sevmiyordun artık.

Başka kızlardan hoşlanmaya çalıştım bu dönemde, hoşlandığımı sandım, yapabileceğimi düşündüm ama olmadı. Sana "seni seviyorum" dememek için, diyemediğim için onlara demeye çalıştım ama olmadı. Yıllarca eksikliğini hissettiğim boşluğu senle doldurmuştum, ve sen gidince orası yine boş kaldı. Son bir yıldır -her şeye rağmen- hayatımın en güzel anları, yine seni düşündüğüm anlar. Hayatım çok yoğun olduğu halde, tamamı koca bir boşluk, amaçsızca bir uğraşı gibi geliyor. Anlam kazandığı tek anlar seni düşündüklerim.

Keşke demeyi sevmiyorum, dememek istiyorum ama, keşke bitmeseydi. Seni çok özlüyorum. Seni çok seviyorum!

Bu yazıyı yazmayacaktım, ama bugün (yine) öyle gerektirdi. Çok müzik dinledim çünkü, ve çok aklıma geldin. Her zamankinden çok. Saatin geç olması, ertesi gün iş olması ve yapmam gereken ciddi bir iş için uykumu almış olmamın gerekmesi hiç umrumda olmuyor artık. Şu an hissettiklerimi senin kollarındayken yaşamadım, yaşatmadım kendime, hayatın ciddiye alınması gerektiği zırvasıyla yordum kendimi; ve şimdi sen yokken, tam bir senede farkına vardım, aslında sana dokunmanın yaşayıp yaşayabileceğim en güzel duygu olduğunu. En büyük pişmanlığım budur.

Seni bekleyeceğim umutsuzca; ikimiz de aynı dünyada olduğumuz sürece, hep bir umut yeşerteceğim. Çünkü birbirimize aşıktık ve bunun farkındaydık. Tekrar olmaması için bir neden görmüyorum, hele zaman kavramı anlamını bu kadar yitirmişken.

21 Mart 2011 Pazartesi

The Cure

En sevdiğim grupların arasındadır The Cure. Ama çok sık The Cure dinlemem. Neler dinlediğimi bilen insanları şaşırtan bir gerçek oluyor bu genelde, "seni hiç The Cure dinlerken görmedik, ne alaka?" falan diyorlar.

Çok fazla dinlemiyorum, çünkü çok üzücü. Bir diğer nokta, kesinlikle yalnızken dinlenecek bir grup. 

Loop'a alıp dinlenecek bir grup.

Anıları hayvanlar gibi canlandıran bir grup, o anılar gerçekleşirken The Cure o anının içinde zerre kadar bile olmadığı halde. Neden acaba..? Bir çok kişi hemfikirdir herhalde.

Akla ilk gelen Just Like Heaven var mesela; müzik neşeli, sözleri neşeli, ben de neşeliyken bile dinlesem bile çok üzüyor. En iyi ihtimalle "mutsuz olacağım" duygusu uyandırıyor içimde.

Üzücü durumun için sana ümit vermeyi bırak, "ümitsiz olmalısın" diyor.

O kadar güzel şarkılar ki; yalnız, mutsuz, eski sevgiline hâlâ aşık olduğun için mutlu bile oluyorsun, The Cure şarkılarını dibine kadar hissedebildiğin için. Bu şarkıyı en iyi ben anlarım diyorsun, adamla birebir aynı şeyleri hissediyoruz, inanılır gibi değil diyorsun.

Çok üzüyor beni bu adamın sesi, gitarının sesi, söyledikleri.

Anlamadığım bir grup gerçekten. Biraz mazoşistçe bir sevgi.


16 Mart 2011 Çarşamba

Spartacus

Spartacus'ü Türkçe'ye çeviren kişi;



seninle arkadaş olmak istiyorum.

15 Mart 2011 Salı

“Why do we ask so many questions? Two people shouldn’t know each other too well if they want to fall in love.”


diye bir laf okudum.


Yalan.


Açıklayacağım vaktim olunca. Unutmamak için yazdım.

-------------------------------------------------------------------------
02.04.2011 - ekleme: 
“Love is like a little old woman and a little old man who are still friends even after they know each other so well.” - Tommy, age 6


Henüz kendi fikirlerimi yazmadım. Yazacağım bi ara. 6 yaşındaki çocuk açıklamış aslında derdimi. Yukarıdaki lafın pesimistliğini düzeltmiş. Krizden fırsat çıkarmış bir nevi.

9 Mart 2011 Çarşamba

En iyi hisler

Bana göre.
1 numara sabit.
23,5 yıldır kendimi hatırladığımdan beri 1 numaranın yanına yaklaşan bir his bile tatmadım. Hani "şu anda dünyanın en mutlu insanı ben olabilirim!" dedirtenden.
Gerisi sırasız.

1) Karşılıklı aşk yaşadığım insanın gözlerinin içine bakınca hissettiklerim.
- Bir işin altından kalktığımda kendimi ödüllendirirken hissettiklerim.
- Çok çok acıktığım sırada aldığım ilk lokmada hissettiklerim.
- Tam çakırkeyiflikle sarhoşluk arasındaki ince çizgide müzik dinlerken hissettiklerim.
- Her zaman olmasa da: Gitar çalarken hissettiklerim.
- David Gilmour kanlı canlı tam önümde solo atarken hissedeceklerim.
- Birine yardım etmeye çalışırken hissettiklerim.
- Biri bana yardım ederken hissettiklerim.
- Hayal kurarken hissettiklerim.
- "Hayallerimdeki rüyayı" -nadiren de olsa- görürken hissettiklerim.
(Bu son ikisinin gerçek olmadığını farkettiğim anda hissettiklerim ise "en kötü hisler" sıralamasındadır aynı zamanda.)

Düz bir insanım. Ve bu beni biraz üzüyor açıkçası. Tersi için de bir şey yapmıyorum ama.
Hayatımın çoğunun hayallerle geçmesinden korkuyorum.

İyi de tüm bunlardan başkalarına ne..?

3 Mart 2011 Perşembe

Zamanın bu kadar hızlı geçmesine şaşıracağıma biraz ders çalışsam ne de güzel olurdu. Şu his tanıdık geldi mi: Günlerdir çalışmak dışında pek bir şey yapmadığın halde hâlâ inanılmaz gelen bir şekilde hafta bitmek üzere ve aslında 3 gündür hiçbir şey yapmamış gibi hissediyorsun. 

Yarın erken uyanmam gerekirken hala yararsız şeylerle uğraşıyorum, bunu yazmak gibi. Ama artık bu yönümü seviyorum; hayat, üçte birini uyuyarak geçirecek kadar değersiz değil.

1 Mart 2011 Salı

İmza

Toplumda/iş hayatında "belli bir yere gelmiş", kendine güveni yüksek olup da imzası devasa ve afili olmayan birini bile görmedim. Benimki mi? Karınca boku gibi.

27 Şubat 2011 Pazar

Belki şimdi daha açıktır.

"There's just no point hating someone you love. I mean, really love."
                                                                                                                 John Lennon

19 Şubat 2011 Cumartesi

Elektrik kesintisi

18 Şubat 2011 gecesi Taksim'de elektrikler kesilmiş.

Bunun bana yansıması, İstiklal Caddesi'nde bulunan bürodaki server'a bağlanıp yetiştirmem gereken işi yapamamış olmam ve bütün planlarımın altüst olması oldu.

Şu anda çok sinirliyim ve bunu birileriyle paylaşmazsam sinirden uyuyamayacağım.

O elektriği kesen, bu şehri yöneten ne kadar insan varsa hepsinin yıllar boyu büyük acılar çekmesini ve yaşlanınca da acılar içinde ölmesini diliyorum. Ayrıca annelerine de laflar hazırladım ama buraya yazamayacağım.

Ölmeden Önce Yapacağım 101 Şey

Ben de modaya uyup kendime "ölmeden önce yapacağım 101 şey" listesi hazırladım:


1 Mutlu ol.
2 Mutlu ol.
3 Mutlu ol.
4 Mutlu ol.
5 Mutlu ol.
6 Mutlu ol.
7 Mutlu ol.
8 Mutlu ol.
9 Mutlu ol.
10 Mutlu ol.
11 Mutlu ol.
12 Mutlu ol.
13 Mutlu ol.
14 Mutlu ol.
15 Mutlu ol.
16 Mutlu ol.
17 Mutlu ol.
18 Mutlu ol.
19 Mutlu ol.
20 Mutlu ol.
21 Mutlu ol.
22 Mutlu ol.
23 Mutlu ol.
24 Mutlu ol.
25 Mutlu ol.
26 Mutlu ol.
27 Mutlu ol.
28 Mutlu ol.
29 Mutlu ol.
30 Mutlu ol.
31 Mutlu ol.
32 Mutlu ol.
33 Mutlu ol.
34 Mutlu ol.
35 Mutlu ol.
36 Mutlu ol.
37 Mutlu ol.
38 Mutlu ol.
39 Mutlu ol.
40 Mutlu ol.
41 Mutlu ol.
42 Mutlu ol.
43 Mutlu ol.
44 Mutlu ol.
45 Mutlu ol.
46 Mutlu ol.
47 Mutlu ol.
48 Mutlu ol.
49 Mutlu ol.
50 Mutlu ol.
51 Mutlu ol.
52 Mutlu ol.
53 Mutlu ol.
54 Mutlu ol.
55 Mutlu ol.
56 Mutlu ol.
57 Mutlu ol.
58 Mutlu ol.
59 Mutlu ol.
60 Mutlu ol.
61 Mutlu ol.
62 Mutlu ol.
63 Mutlu ol.
64 Mutlu ol.
65 Mutlu ol.
66 Mutlu ol.
67 Mutlu ol.
68 Mutlu ol.
69 Mutlu ol.
70 Mutlu ol.
71 Mutlu ol.
72 Mutlu ol.
73 Mutlu ol.
74 Mutlu ol.
75 Mutlu ol.
76 Mutlu ol.
77 Mutlu ol.
78 Mutlu ol.
79 Mutlu ol.
80 Mutlu ol.
81 Mutlu ol.
82 Mutlu ol.
83 Mutlu ol.
84 Mutlu ol.
85 Mutlu ol.
86 Mutlu ol.
87 Mutlu ol.
88 Mutlu ol.
89 Mutlu ol.
90 Mutlu ol.
91 Mutlu ol.
92 Mutlu ol.
93 Mutlu ol.
94 Mutlu ol.
95 Mutlu ol.
96 Mutlu ol.
97 Mutlu ol.
98 Mutlu ol.
99 Mutlu ol.
100 Mutlu ol.
101 Mutlu ol.

Olaya biraz fazla "metasal" yaklaştım sanırım.

Mesai

Arkadaşlarla dışarıda takılırken gece saat 12yi geçince yakın zamana kadar ailemin çok endişelenip sürekli çağrı yağmuruna tutmalarından sonra, son zamanlarda gece 12ye kadar işte kalınca hiç de meraklanmamaları, onlardan ziyade benim adıma üzücü bir durum sanki.

17 Şubat 2011 Perşembe

Fotoğraf

Genelde saçma fotoğraflar çekiyorum. Hatta bu yüzden aşağılandığım da oldu. "İlginç" ya da "çekmeye değer" şeyler kadar, hatta onlardan daha çok tamamen sıradan şeylerin fotoğraflarını çekiyorum fotoğraf makinam yanımda olduğunda. Örneğin, arkadaşlarla hep oturduğumuz barın baktığı izbe sokağın eğreti bir fotoğrafı, ya da sık sık buluştuğumuz bir evde otururken çekilmiş odanın boyası dökük duvarının fotoğrafı.

Bu tip fotoğrafları, ne insanların çektiği über-sanatsal fotoğraflara ne de kendi uğraşıp çektiğim fotoğraflara değişirim. Çünkü o eğreti ve sıradan fotoğraflara şöyle bir 2 sene sonra baktığımda yakaladığım ayrıntıları ve kendime yaşattığım anıları/acıları hiç ama hiçbir yerde bulamıyorum.

Anı ve acı sözcüklerinin sadece bir harf farketmesi ise manidar.

15 Şubat 2011 Salı

Bazı web siteleri ve elektronik sistemler, hata yapıp şifreni bir kaç kere yanlış girdiğinde hesabını kitler. Ancak doğru bilgileri sağladıktan sonra sana yeni şifre edinme hakkı verir. Hatta bazıları bu süreçte hesabını sıfırlar. Yeni şifreni aldıktan sonra, artık sadece kullanıcı adı aynı kalmış yeni bir insansındır o sistem için. Hataların affedilmiştir, tekrar erişimine izin verilmiştir.

Teknolojik sistemler en ufak hatayı gözden kaçırmaz, ancak her zaman affederler. Düzeltmek senin elindedir, "ben değiştim, bir şans daha istiyorum"a duygusal yaklaşmaz, sana inanır. Yine hata yaparsan, yine rest çeker sana, ama kendini inandırabilirsen yine affeder.

İnsanlar böyle değil. Söylemek içimi acıtacak ama, iyi ki değil. Böylece hatalarımızdan ders çıkarabiliyoruz, karşılığında önemli şeyleri kaybetsek de.

11 ayın sonuna doğru, senin daha ilk hafta dediğin şeyi yeni algılayabiliyorum. Artık bu konuda daha tecrübeliyim, ileride daha az hata yapacağım. Umarım.

Ya da çaresizlikten "her işte bir hayır vardır" kafası yaşıyorum.

10 Şubat 2011 Perşembe

23

Geçenlerde Komedi Dükkanı'nda (bu aralar uzun zamandır izlemediğim kadar televizyon izliyorum, evet) gençten bir kız çıktı konuk olarak. Bir ara Tolga Çevik'le aralarında yaş muhabbeti geçti; Tolga Çevik kıza "sen 14 yaşında mısın?" diye sorduğunda kız öyle bir baktı ki, sanki 40 yaşındaki olgun bir kadına toy çocuk muamelesi yapılıyor. Ve  kız Tolga'yı standart ergen ukalalığıyla "hayır 15!" diye düzeltti.

Ben de öyleydim o dönemler, çoğumuzun olduğu gibi.

Şimdi 23 yaşındayım, gerçeğin ortaya çıkmasının imkansız olduğu yerlerde yaşımı küçültüyorum; 22 diyorum, 21 dediğim bile oldu. Çünkü yaşlanmaktan korkuyorum, yaşadığım hayattan öyle mutsuz olmasam bile. Zaten hep öyle düşünülür; "hayatı istediği gibi dolu dolu yaşayamayanlar yaşlanmaktan korkar, çünkü hep erteledikleri şeyleri yapamadan yaşlanmak istemezler" gibi bir klişe vardır. Halbuki şu anda yaptıklarından gayet memnun olup "keşke hep böyle gitse, hiç yaşlanmasam" diyenler de olamaz mı?

Belki de o yaşlardaki hayatımı geri istiyorum. O yaşlar dediğim, en fazla 2 sene öncesi.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Pınar Öğün



Çoook uzun zamandır ilk defa bir Türk dizisini düzenli olarak izlemeye başladım sanırım, özellikle okul tatile girdiğinden beri: Türkan.

Sebebi ne dizinin güzel olması, ne de Türkan Saylan'a ve hayatına olan özel ilgim. Tek nedeni Türkan'ı oynayan Pınar Öğün.

Aşık olduğun kızı ilk gördüğünde ilgini çekmez ya bazen, ya da çok sevdiğin bir şarkıyı ilk dinlediğinde. Ama sonraki karşılaşmalarında gittikçe daha çok hoşuna gider ve bum! Aynı böyle oldu benim için. İlk kez yazın sonunda annem izlerken denk gelmiştim, sonra aralıklarla yine gözüme çarptıkça izledim ve işte, artık beni pençesine aldı!

Böyle dizilerde gördüğüm güzel kızlarla ilgili yazmak pek huyum değil,  ki genelde o çok süslü sosyetik tipleri beğenmiyorum, ama artık yolda yürürken falan da Türkan aklıma gelmeye başlayınca "noluyor lan?!" demedim değil kendi kendime. Yoksa ben de mi bir ünlüye platonik aşık olcam?
 
Kız hakkında biraz araştırma yaptım ve çok çarpıcı gerçeklere ulaştım ayrıca:

1) Kız evli, hem de Mehmet Ali Alabora ile!

2) Kız çerkez. Evet çerkez. Çerkes diyen de var. Buradan yola çıkarak çerkez kızlarının güzel olduğunu kanıtlamış olduk. Ama keşke bana O'nu hatırlatmasaydın Pınar Öğün, o zaman her şey daha güzel olacaktı. Açıkçası kıl oldum biraz sana. (Hey, bu belki de iyi bir şeydir, artık çerkez lafını duyunca uyuz olmam falan! Zaten olur olmaz her yerde "çerkez kızları güzel oluyor diyorlar" lafını duymaya başladım, bu da az sinir bozucu değil.)

Karı-koca yapılan bir röportajlarından ilginç bir kısmı alıntılayarak yazıma son veriyorum.

M: Dürüst olalım mı? Pınar Çerkez bir aileden geliyor ve onların kültürüne uygun olan bizim evlenmemizdi. Öyle de yaptık.
P: Aynı evde evlenmeden beraber yaşasaydık huzursuz olacaktım. Çevre baskısından kurtulmuş olduk böylece. 



Bi dakika, sen O'na benziyorsun da sanırım biraz...

Belki de kendime şunu sormalıyım: O bu kadar güzel olmasaydı, O'na 10 ayın sonunda yine bu kadar aşık olacak mıydım?


05.02.2011'de gelen ekleme: Son bölümde saçlarını kestirmişsin (fotoğrafını bulamadım). Ve bu halinle O'na gerçekten çok benzemişsin. Bütün çerkezler birbirine benziyor olabilir mi, tüm yahudilerin birbirine benzemesi gibi..? Yok ya iyice abarttım. Daha çok "kimi sevsem sensin" kafası sanırım. Ama kesin benziyor (ee yani?)..

17.06.2013'te gelen ekleme: Kendisi Gezi direnişinin en öndeki neferlerinden biri oldu. Teşekkürler Pınar Öğün, teşekkürler Memet Ali Alabora!

28 Ocak 2011 Cuma

Teknolojinin Basitliği vs. Dilin Karmaşıklığı

Kendine not:  Yolda yürürken aklına gelenleri kenara yazmayınca hep unutuyorsun, artık en azından bloga falan yaz, zaman bulunca düşünceni şekillendirirsin.

Günümüz teknoloji konseptlerinde, özellikle son kullanıcıya hitap eden ve kullanıcının doğrudan etkileşimiyle çalışan ürünlerde (akla ilk gelenler cep telefonları, bilgisayarlar ve bunların kullanıcı arayüzleri), 21. yüzyılda sadelik, minimalizm ve basitlik ön plana çıkıyor. İşletim sistemleri sadeleşiyor, görüntüsü ve kullanımı basit olsun diye kullanıcıya aşina olunmayan yepyeni konseptler bile tanıtılıyor; örneğin işler tek butonla hallediliyor ve o butona nerede, ne zaman ve hangi süreyle bastığımız üzerinden farklı işlemler yapılıyor.

Kısacası günümüz teknolojik ürünlerinde artık gereksiz tek bir mekanizma bile yok. Bir iş daha az işlemle, daha az tuşla yapılabilecekse, aynen öyle yapılıyor.

Bu basitleştirme furyası özellikle teknolojide çok yoğun. Diğer alanlarda bunun pek gerçekleştiğini düşünmüyorum. Belki olsa olsa tasarım işlerinde oluyordur, ama zaten o da çoğu zaman teknolojiyle iç içe geçmiş durumda.

Artık bahsetmek istediğim noktaya geleyim:

Teknolojide böyle bir basitleştirmeye yönelinebiliyor, kullanıcının alışkanlıklarını toptan değiştirmek göze alınarak. Çünkü, sonuçta eskisinden çok daha basit ve rahat bir kullanım vaat ediliyor.

Aynı şey dilde de yapılabilir mi?

Dün birine hemen bir SMS göndermeye çalışırken farkettim ki, normalde yazmam gereken harflerin sadece yarısını yazarak derdimi anlatabiliyorum. Bu büyük bir buluş değil tabi, herkes bunu farkediyor. Ama neden buna karşı bir şey yapmıyoruz? Dili sadeleştirmek çok mu zor? Dilin kullanımını, derdimizi anlatabileceğimiz minimum seviyeye çekmek çok mu yanlış olur?

Tabi böyle bir durumda günümüzde kullanımda olan "normal" dili tamamen kaldırmaktan bahsetmiyorum.  Daha çok şöyle bir şeyden bahsediyorum:

En basitinden "ben gidiyorum" demek yerine "ben gidiyor" dersek de derdimizi anlatabiliyoruz. Garip mi geldi? E normaldir, kaç yüzyıldır bunu böyle kullanmıyoruz çünkü.

Aslında bu durumu diğerlerinden daha çok sağlayan diller var, İngilizce'nin "kolay ve çabuk öğrenilir" olmasının nedenlerinden biri bu aslında.

Daha azı yetiyorken, en azından günlük konuşmada - ya da dilin hızlı kullanılması gereken yerlerde-, neden daha çoğunu kullanıyoruz? Ve hayatta en çok kullandığımız şeyle ilgili alışkanlıklarımızı değiştirmek çok mu zor?

Ben bunu biraz düşüneceğim.