Featured

Carl Sagan ve Marihuana Üzerine

Bu makale, 1971'de yayımlanan Marihuana Reconsidered (Marihuana Gözden Geçirildi) adlı kitap için 1969 yılında yazıldı. Sagan o yıllarda...

29 Nisan 2010 Perşembe

Kadim Morla

"... Her şey durmadan yinelenir, gece gündüz, yaz kış. Dünya boş ve anlamsızdır. Her şey bir çemberde döner durur. Gelen gitmek, doğan ölmek zorundadır. İyilikle kötülük, aptallıkla bilgelik, güzellikle çirkinlik, hepsi birbirini yok eder. Her şey boştur. Hiçbir şey gerçek değildir. Hiçbir şey önemli değildir."


"Çocuk kitabı sanılan, ancak aslında en ağır romandan bile daha çok anlam ihtiva eden kitaplar" kategorisinin ağır toplarından olan Bitmeyecek Öykü'den (Michael Ende) bir kesit.


28 Nisan 2010 Çarşamba

27 Nisan 2010 Salı

Silik


Güzel çizer Kenan Yarar'ın geçen hafta Penguen'de çizdiği köşe. Eternal Sunshine of the Spotless Mind'a farklı bir bakış açısı. Hırçın da bir bakış açısı. Çok beğendim =)

(Tıklayınca büyüyor.)

26 Nisan 2010 Pazartesi

Toplumsal köpek

Şu dünyada izlemeyi en çok sevdiğim şeylerden biri de, tıpkı insan gibi bilinçli hareketlerle kırmızı ışıkta yayalara yeşil yanmasını bekleyen köpekler.

25 Nisan 2010 Pazar

Alkol

Her alkolün yaşattığı hissin birbirinden farklı olduğunu düşünüyorum. En azından bende öyle oluyor. Mesela annemin vişne likörü çok düşünmeme, hayatımı sorgulamama falan neden olurken, rakı tam bir perde çekiyor, herhangi bir şey düşünmüyorum bile. Biranın yaşattıkları ise o anki halet-i ruhiyene göre şekilleniyor sanki, bir de miktarına göre. Alkol oranı düşük, naparsın.

Bu farklar gittikçe keskinleşiyor da; artık sıkıntılı anlarımda bir karar vermem gerektiğinde vişne likörü, sadece kafamı boşaltmak, üzüntüye odaklanmamak istediğimde rakı içeceğim.

Çok saçma aslında, ya da olmayabilir de. Kimyadan anlayan birine sormak lazım. Bir de insandan anlayan..

Zaman

Mesela diyorum ki:

Birinin kol saatini 10 dakika ileri ya da geri alsak, ama hangisini yaptığımızı o kişiye söylemesek, kaç saat, hatta kaç dakika dayanabilir ki bu duruma? Hani saat ileri olsa sorun değil de, geri olma ihtimali içini yiyecektir ve kısa bir süre sonra doğru bir saat aramaya başlayacaktır. En kötü ihtimalle (daha doğrusu en iyi ihtimalle) aynı gün içerisinde saatinin doğru olmasını gerektirecek bir işi vardır.

Zamana bu kadar bağımlıyız, hiç rahat değiliz işte; nefret ediyorum.

24 Nisan 2010 Cumartesi

İş Bankası

Anneme gelen mektup:  "Size özel sunduğumuz birçok fırsat ve hizmete rağmen bankamız üzerinden gerçekleştirdiğiniz işlemleri yavaş yavaş azalttığınızı görüyoruz. Sizi yeniden aramızda görmek istiyoruz ve İş Bankası'nın kolaylıklar dünyasında yine ......" falan fıstık. Şu ilk cümle bayağı garip. Adamlar azarlamış adeta. Tabi azaltacağız lan, elimizi verdik kolumuzu kaptırdık.

Bu kadar  laftan sonra yine de en edeplisinin (en azından bu mektuba kadar) İş Bankası olduğunu söyleyebilirim. Öğrenciysen ve ATM'den işlem yapıyorsan fazla dürtmüyorlar. Tabii kötünün iyisi. Keşke hiç bankaya ihtiyaç duymadan yaşayabilsek. Hani yaşayacağım da, ya maaş oraya yatar, ya da bir şey almak istediğinde senet yapmazlar ama kredi kartına taksit yaparlar. Naparsın ki.

21 Nisan 2010 Çarşamba

"How's it going to end?"

"Hayat, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlerdir"deki gibi, sürekli kötü şeyleri atlatıp düzelmeye çalışıyor, düzelecek diyor, düzeleceği zamanı kestirmeye çalışıyor ve uzun çabalardan sonra mutlu da oluyorsun. Tabi bu uzun sürmüyor, bu sefer çok farklı bir şey çıkıyor karşına, ama hissettirdiği duygular hep aynı: Çok önemli bir sınava, ameliyata girerkenki ya da sonucu tamamen sana bağlı önemli bir işe başlarkenki hisle aynı. O çok önemli iş, sınav, ameliyat senin hayatın aslında, ve genelde bir şekilde halloluyor. Ama kusursuz bir iş çıkarman, tekrar eski sağlığına kavuşman ya da 100 alman o kadar zor ki... Tecrübeler seni güçlendiriyor mu, yoksa yoruyor mu?

Aslında hayatın çoğu, hayatı düzeltmek için çabalamakla, yorulmakla, sıkılmakla geçiyor. Beynini saran, dış dünyayla ilişkini ayıran bir perde oluşuyor, sürekli alkollüymüşsün gibi dinç düşünemiyorsun. Düzelmek için çabalaman gerekirken, sorunlar bu çabalama sürecini zorlaştırıyor, sorunlara yoğunlaşıyorsun, çözümlere başlayamıyorsun. Tam bir kısır döngü. Üzüldüğüne üzülüyorsun bir süre sonra; 1 saat önce hayat çok güzel derken, 2. saatte yine eskisi gibisin. Anı yaşayayım diyorsun, karakterin izin vermiyor. Çalışayım diyorsun, karakterin izin vermiyor. O zaman karakterimi değiştireyim diyorsun, bu sefer zaman izin vermiyor.

Sonra da hayattaki "gerçekleşmesini istediğin hayalin" sadece ıssız bir adaya düşmek oluyor, yanına 3 şey bile almak istemiyorsun.

19 Nisan 2010 Pazartesi

BilgeAdam

Kısaca anlatayım:  Dün sırf şikayet edecek büyük bir şey bulamadığım için ankete öylesine yazdığım "kantindeki kahve makinası para yutuyor" uyarım üzerine bugün arayıp "ne kadar paranızı yuttuysa istediğiniz zaman öğrenci işlerine gelip paranızı alabilirsiniz" dediler (yutulan miktarın 1 TL olduğunu da söyledikten sonra).

Vay anasını demekten başka bir şey düşmüyor bana.

neptun.pasaj.com

Sol tarafa annemin yaptığı, tasarımı kendisine ait ürünleri koydum.

Şal biraz menopoz teyze işi tabi, ama annenize ya da bayan bi akrabanıza alacak hediye falan bulamadığınızda işe yarayacaktır =)

Diğeri de bir tasarım harikası olan havlu-bone!

Göz atmanızı öneririm, umarım beğenirsiniz.

Asit

Okulumun sınav takvimi o kadar kusursuz ki, ya herkesin tatiline rastlar insanlarla görüşemezsin, ya yazın ortasında biter konsere - festivale, hatta work & travel'a gidemezsin, diğerlerinin yurtdışı planlarına ortak olamazsın. Spring break gibi bir şeyin olmaması bir yana, iki sömester arasında tatil bile yok. Erken açılır, geç biter. Peki bu kadar çok sayıda ders çok mu işimize yarıyor..?

Şimdi de asit yağacak, evden çıkmayın diyorlar. O kadar dert olacağını sanmıyorum ya, bunun da sınav haftasına denk gelmesi nasıl bir şeydir? Marmara'nın sınavları ertelemesi mi? IMKANSIZ.

Okulumu çok seviyorum. Neyse ki 2 ayı kaldı.

18 Nisan 2010 Pazar

Don

Hiç bir sebep yokken, ya da biz bilmezken, neden 3 yıl sorunsuz çalışırsın, sonra bir format attık diye haftada bir donmaya başlar, yazdıklarımı kaybedersin?

The Width of a Circle

Gerçi bu az çok bilindik bir şey ama benzeşmelerden yazınca aklıma geldi, Mor ve Ötesi'nin de bildiğin çaldığı bir şarkı var: David Bowie - The Width of a Circle.

Hani normalde bazı şarkıların belli yerlerini kendine uyarlarsın, hatta direk alıp kullanırsın, bu tamamdır ama şarkının sahibini falan en azından bi albüm kitapçığında belirtirsin. Yok, bunlar direk kendi malları gibi kullanmış. Sevda Çiçeği'nin o pek güzel gitarlı introsu şu aşağıdakininkiyle aynı:

David Bowie - Width of a Circle

Yine de güzel grup Mor ve Ötesi, olur böyle şeyler. Ama ilk albümleri daha içtendi sanki :p

Crush



Bon Jovi kanımca en hakir görülen gruplardan biri. 80lerde yaptıkları vıcık vıcık glam şarkıları olsa da, o yıllardaki diğer bir çok gruptan ayrılıyorlardı bence, adamın sesiyle, gitar sololarıyla vs. Melodiler ve şarkı sözleri de hiç fena değil hani. O meşhur 80lerdeki şarkılarını da severim, ama  bahsetmek istediğim albümleri 2000 yılına ait ve dönemin en underrated (tam karşılığı olmayan mükemmel bir sözcük. belki "gerekli değeri görmemiş"?) albümlerinden biri: Crush.

Böyle yumuşadıkları bir albüm bu, ufak bi ayrılıktan sonra yapmışlar, eski sertlikleri yok, ama melodiler nedense pek içe işliyor. Belki bunun nedeni, ilk defa eski şeyleri dinlemeyi bırakıp biraz da yeni şeyler almaya başladığım döneme denk gelmesi. İlk defa yeni çıkan bir kaset almıştım sanırım, tam da kolej sınavlarına hazırlanıyodum. Şimdi aklıma geldi de indireyim dedim albümü, single'lar dışındaki diğer şarkıları 8-9 yıldır ilk defa dinledim ve o yıllara döndüm. Hep dönmez miyiz zaten böyle eski şeyler dinleyince? Ama çok unutan biri olarak bu sefer anılarım pek canlıydı, haftasonu sabahları kursa giderken servisteki, kursun merdivenini çıkarkenki anlarım falan aklıma geldi. Hatta bir gün o merdivenleri çıkarken dinlediğim şarkı..

Zaten bence o çok popüler olan It's My Life'tan falan çok daha güzel şarkılar barındırıyor albüm (bu da hep öyle değil midir?). Başka şarkılarla özdeşleştirdiğim bir kaç şarkıyı yazayım, tabi ki çaldılar demiyorum, çalıntı olacak kadar benzemiyorlar zaten, ama insan benzetmek ister, benzetince de sevinir, hatta benzediği şeyi çok seviyorsa sanki babasının malıymış gibi de gururlanır falan ya, o bakımdan:

She's a Mystery: Nakaratında şarkının adının söylendiği o küçücük bölüm The Beatles - She's Leaving Home'u andırıyor sanki.

Captain Crash and the Beauty Queen from Mars: Bu şarkıyı görece yeni gruplardan biri yaptı, hatta bir İngiliz alternative rock grubu, hatta Ash yaptı deseler inanırdım. Direk Ash şarkısı olmuş zaten. Ziggy Stardust'a da göndermeler var, adamlar sadece kaplan desenli tayt giyen bi grup olmadığını belli ediyor.

Next 100 Years: Sondaki solodan önceki kısım ve sonlar Hey Jude gibi olmuş, güzel de olmuş.

Save the World: Sözleri cheesy, ama çok güzel. Ben zaten Berksan'ın "Unutamam"ını da seviyorum. Ayıp valla.

Kısacası, anılar ne ilginç şeyler deyip kapatayım.

Enola/Alone

İnsan zaten doğuştan yalnız. Sosyal/asosyal olmakla karıştırmamak lazım, herkes belli ölçüde sosyaldir zaten. Çok sosyal olmak isteyen biri olup da  hiç arkadaşının olmaması pek zor bir şey herhalde, olaya sıfırdan bile başlasan illa ki sana uygun olduğunu düşündüğün bir dünya ve orada yeni insanlar bulabilirsin. Sosyal olmayan da asosyaldir işte, kendi isteğidir bu, tamamen tercih meselesidir. Yalnızlığından çok memnun olabilir insan, arkadaşlarıyla buluştuğunda gülmekten altına eden insandan daha çok eğlenebilir kendi başına. Yaşamın nihai amacı mutlu olmak değil mi?

Tabi bunun şöyle bir zararı var bence: En yalnız kalmaktan hoşlanan insanın bile bazen birilerine ihtiyacı olabiliyor, insanın doğasında başkalarına ihtiyaç dürtüsü var. Toplumca hor görülen ama aslında gayet normal olan "asosyallik"in zararı belki burada görülüyordur: Yalnız hissetmek.

Çok sosyal olan insan yalnız hissetmez mi? Tecrübe etmedim ama daha bile çok hisseder sanki: sosyalliği de belki ona çok sahte geliyordur kötü zamanlarda, sorun çözen bir şey olmadığını ve sadece anı geçiştirdiğini ya da öneriler-yorumlar salatasından ibaret bir şey olduğunu düşünüyordur.

Sonuçta her iki insanın da varacağı nokta, "bana kimse yardım edemez, ben kendim çözmeliyim" sanırım. Çünkü insan zaten "yalnız". Zaten sen yaptıysan sen düzeltebilirsin bir tek, hatta sen yapmadıysan bile sen (de) düzeltmeye çabalamalısın her zaman.

Ha bir de, karmaya inanıyorum. Ama her zaman çalışmıyor. Aslında, karma çalışınca inanıyorum, çalışmayınca inancım azalıyor. Tıpkı astroloji gibi, günlük falın sık sık doğru çıkıyorsa gerçek bir "kova"sındır mesela, pek doğru çıkmıyorsa da inanmamaya başlarsın (Dünya'daki her yarım milyar insan için genel ve net karakter özellikleri belirlemek de ilginç). Gerçi falları hiç doğru çıkmayıp yine de inanmaya çalışanlar da var, hatta kendi hedeflerinden sapıp başkasının söylediği falın üzerine amaç gütmeye çalışıyorlar. Yine de fallar genelde umut dolu olur, "çabalayın, dikkat edin" gibi fiiller içerir falan, yani takip etmeye çalışmakta da pek sorun yok, hayatının yörüngesini değiştirmediğin sürece. Neyse, bu başka bir konu.

Kısaca, yaşamdaki her konu, her duygu, her istek dindeki gibi bir bağlanma içerse; isteklerin için çabalayıp kanıtı olmayan bir şeye inansan ve gerçekleşmesi için ona da yalvarsan, ama isteklerin hiç gerçekleşmese de yine de o şeye bağlı kalmayı başarabilsen, hatta inancın artsa, yaptığın şeyleri aslında onun için yapsan (tasavvuf?). Bu durum herhalde bir tek dinlerde vardır, diğer hemen her isteğimiz dışı gerçekleşen konuda çabalamayı anında kesme ve somurtma yeteneğine sahibiz. Dindar insanların en sevdiğim yönü bu ne olursa olsun inanmayı bırakmama durumu.

Herkesin, amaçlarının tepesine bir de soyut bir şey koyup ona bağlanması ve böylece yaşama isteğini hiç kaybetmemesi, çıkış yolunu bulması dileğiyle..

17 Nisan 2010 Cumartesi

Help! The Captain Threw Up

İlk şarkıya başlıyorlar, tanıdık bir nağme. Red Hot diyorsun bu, aa Under the Bridge hatta diyorsun, sonra bir anda değişiyor şarkı. Beklediğin sözler hiç girmiyor, zaten sonra notalar da değişiyor, farklı ve yeni bir şeye dönüşüyor. Daha önce duymadığımız bir şeye hatta, bu sınırlarda duymadığımız bir şeye.

Sonra başka bir şarkı geliyor, "ulan bunu uyumaya hazırlanırken dinlemek ne süper olur" diyorsun, böyle chill-out bildiğin, yunuslar falan var etrafında, gitar çalıyorlar. Radyo Eksen'de çalınca dj'i arayıp adını sormak isteyeceğin kadar takıntı yapan şarkılar vardır ya hani, onlar gibi. İlk dinleyişinde melodisi aklında kalıyor, kendini ertesi gün mırıldanırken buluyorsun.

Arkadaşlarım diye demiyorum, ben baya sevdim bu müziği. Evet grup bi yana, bu post rock esintili - chill out ögeli - 70ler gitar sololu müziği (çok anlarım ya). Post rock'a bilindik bi post rock grubu sayesinde değil, bu adamlar sayesinde ısınmaya başladım. Acayip valla. Çok da iyi çocuklar maşallah pırlanta gibin. Takip edin:


http://www.myspace.com/helpthecaptainthrewup

http://www.last.fm/group/Help!+The+Captain+Threw+Up

Doğru demiş üstad

Bir konserde Roadhouse Blues'un sonunda:

"... I don't know how many of you people believe in astrology ... I am a Sagittarius, the most philosophical of all the signs. But anyway, I don't believe in it.
I think it's a bunch of bullshit myself.
But I tell you this man, I tell you this
I don't know what's gonna happen man
But I wanna have my kicks before the whole shithouse goes up in flames..."

12 Nisan 2010 Pazartesi

11 Nisan 2010 Pazar

Uyku

Alarm sesi olmadan uyanmayı özledim. Çocuk olduğum, üzüntüye yer olmayan, koşmadığım, sadece yatıp kitap okuduğum, gezdiğim, içtiğim, eğlendiğim, düşüncelere dalabildiğim, hayal kurduğum zamanları. En çok koyan da, bir daha o zamanların gel(e)meyeceğini bilmek..