Featured

Carl Sagan ve Marihuana Üzerine

Bu makale, 1971'de yayımlanan Marihuana Reconsidered (Marihuana Gözden Geçirildi) adlı kitap için 1969 yılında yazıldı. Sagan o yıllarda...

31 Aralık 2010 Cuma

2010/1

Geride kalan seneyle ilgili bir şeyler demek adettendir. Halbuki en güzel laf "hayatınız aynı bok, bir günle her şeyin değişeceğini düşünmek ne kadar cahilce!" olabilir.

Yine de adeti bozmayacağım; ama kendi açımdan falan da değerlendirmeyeceğim 2010u.

Sadece şunu demek istedim: Band of Horses'ın Infinite Arms albümü, kanımca 2010un en underrated albümlerinden.

Hadi mutlu yıllar! 

Şu da var ki; eski yıla bok atmaktan ya da yeni yıla ümitli bakmaktan fayda gelmez, kendimizi değiştirmediğimiz sürece.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Beterin beteri var.

Aşk acısı çekmem; en konsantre olmam gereken, en yoğun 3 haftam başlamışken hayvanlar gibi hasta olmam, vücudumdaki her eklemin ağrıması, gözlerimin açılmaması, nefes alırken bile dakikalar süren öksürük nöbetlerine tutulmam ve işe gitmem + ödev yapmamın gerekmesi kadar kötü bir durum değil.

23 Aralık 2010 Perşembe

Keep Talking

Senin ilk blog yazın bile bu kadar özelken, sen nasıl bok çukurunda olduğunu düşünürsün ki?

"Olayının" farkında değilsin, hepsi bu.
Dünyanın en güçlü, zengin, başarılı, iyi insanı bile olsam, en büyük hedefime hiçbir zaman ulaşamayacağımı bilmek çok üzücü. Çünkü bu saydıklarımın hiçbiri, bana istediğim mutluluğu getirmeyecek. Artık bildiğim tek bir şey varsa, o da nasıl mutlu olacağım. Ve en büyük hedefimi değiştiremiyorsam, dahası değiştirmek istemiyorsam, ben hüzünle yaşamaya mahkumum.

O yüzden gelecekte ne kadar güçlü, zengin, başarılı, iyi olsam bile, kendimi hiçbir zaman tatmin edemeyeceğim.

Güzel bir şey varsa, o da artık kendimin çok daha fazla farkında olmam. Ne istediğimi, neyle mutlu olacağımı biliyorum.

Ve işte bu yüzden hiç gerçekten mutlu olamayacağımı da...

14 Aralık 2010 Salı

Tam 3 yıl önce bugün

hayatımı değiştiren kişiyle tanıştım. Üçüncü yıldönümünü törenlerle kutluyorum.

Evet kutluyorum; o kişinin gitmiş olması bazı şeylerin farkına varmamı sağladığı gerçeğini değiştiremez.

İyi ki girdin hayatıma, her şeye rağmen.

10 Aralık 2010 Cuma

Askerlik üzerine


"[...] Bana göre milliyetçiliğin bugün her yerdeki üzücü yükselişi zorunlu askerlik kurumu ya da daha az itici şekilde ifade edersek, ulusal ordularla ilişkilidir. Vatandaşlarından askeri hizmet talep eden bir ülke, bunun için psikolojik temel oluşturacak milliyetçi bir ruhu teşvik etmek zorundadır. Bu dini desteklemenin yanı sıra kullandığı diğer bir araç ise, okullarda gençlerin kaba kuvvet kültürüne hayranlığını yaygınlaştırmaktır.

Beyaz ırkın ahlâki çöküşünün en temel nedeni, sadece medeniyetimizi değil, varoluşumuzun da kendisini tehdit eden şey, bence zorunlu askerlik hizmetidir. Bu bela, başka birçok olumlu şeyi beraberinde getiren Fransız Devrimi ile başlamış ve pek çok ulusu ardından sürüklemiştir.

Bu nedenle uluslararası bir ruhun gelişimini desteklemek ve şovenizme karşı savaşmak isteyen herkes, zorunlu askerliğe karşı cephe almak zorundadır. [...]"

Einstein'ın 1920lerde yazdığı bir düşünce yazısından bir bölüm okudunuz. Yazının bulunduğu kitabı bana hediye eden arkadaşıma teşekkür ederim, gerçekten dünya görüşümü ilerletti ve Einstein'ı çok daha yakından tanımamı (ve hayran kalmamı) sağladı.

Keşke

onu insanların değişebildiğine inandırabilseydim...

Değişebilirler, değil mi?

Tabi canım, değişirler.

9 Aralık 2010 Perşembe

Kapalı Mektup

Dün gece seni yine rüyamda gördüm, uzun zaman sonra. Anlatacaklarımda komik ögeler var, ama kesinlikle komik bir hikaye değil bu.

Senin evinde uyandım rüyamda, eski evinde. Yalnızdım. Çok değiştirmiştin içini, o hiç memnun olmadığın taraflarını güzel hale getirmiştin. İçtim sonra, sarhoş oldum. Ve sen geldin, yanında sevgilinle. Sevgilinin adı "Halı"ydı, evet halı, ve sen halıyı çok seviyordun. Benle yine isteksiz konuşuyordun, halıyla dışarı çıkmak için can atıyordun; evine zorla girmişim ve sırf ayıp olmasın diye beni kovmuyorsun gibi. Kim bilir, belki de gerçekten zorla girmiştim.. Benle konuştukça yüzün değişti yavaş yavaş; gözlerin, ağzın, burnun, kulakların küçüldü. Sonunda küçücük bir kafayla kalınca yine çıktın gittin. Bense içmeye devam ettim. Seni; beni sevmeyen, deforme olmuş halinle görmek bile çok mutlu etmişti beni.

Uyandığım anda aklımda "dream" sözcüğünün hem rüya, hem hayal anlamına geldiği vardı -tıpkı "love"ın hem sevgiyi, hem aşkı karşılaması gibi. Ve bunun Türkçe'de böyle olmadığı.. Ve Duygu dilinde "unutmak" diye bir sözcüğün olmadığı, Maya dilinde "hırsızlık"ın olmaması gibi.

Keşke tamamen gitseydin, ya da tamamen gitseydim uzaklara. Taksim'e gittiğimde sana sadece birkaç yüz metre uzakta olduğumu bilmek çok acı veriyor. Hala aynı şehri, aynı yerleri, aynı barları paylaştığımızı, ama başkalarıyla, farklı zamanlarda paylaştığımızı bilmek korkutuyor beni. Seni bu kadar özlediğim ve sana bu kadar yakın olduğum halde seni görememek çok üzüyor beni, ve kendime kızıyorum; istediğim şeyi, özlemimi bastırdığım için. Çok mu şey istiyorum seni görmekle? Rüyalarımda/hayallerimde mi görmek zorundayım sadece?

Rüyalara kısmen inanıyorum. Seni her ne kadar bastırmaya çalışsam da, "atlattığımı" sansam da rüyalarımda karşıma çıkıp kendini hatırlatman, bana kendimi de hatırlatıyor; aslında hiç unutmadığımı, unutmayacağımı, çünkü unutmak istemediğimi.

Benim rüyam bu. Ya da hayalim. En iyisi "this is my dream" diyelim, istendiği gibi algılansın...

8 Aralık 2010 Çarşamba

Hippie Counterculture

Hobileri arasında müziği gösteren her insan, dünyanın neresinden olursa olsun bir şekilde Beatles'tan, Rolling Stones'tan, David Bowie'den, Elvis Presley'den, Pink Floyd'dan, Led Zeppelin'den, Queen'den, kısacası 60-70lerin popüler müziğinden geçer ve çok sonraki nesiller de illa ki geçecektir (o müzikleri herhangi başka bir dönemdeki müziklerden ayıran en önemli nokta). 

Önemli olan ise "gençken bunları dinlerdik azizim" demek yerine ölene kadar o müziğe ve fikirlerine bağlı kalabilmektir.

6 Aralık 2010 Pazartesi

AdSense

Bloguma reklam almayı düşünmüyordum, zira blogu açma nedenim, belirttiğim fikirlerim vs. böyle bir şeyden para kazanma olgusuna da karşı. Hala da karşı, zaten ben de popüler sitelerle bağlantısı olan, günde milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen blogumdan zengin olmayı düşünmüyorum. Bi ellilik parası çıksa o da iyidir. Ay sonunda göreceğiz. Daha çok mesleğim gereği deneysel bir amaçla yapıyorum diyelim.

Çok saçma aslında, iyi para geldiğini görsem umrumda olmaz fikirlerim falan, blogun her tarafına reklam yerleştiririm. Çünkü paraya ihtiyacım var, bu kadar net. Yine de ciddiyetsiz buluyorum, bence samimi değil. Millet her gün 10 tane blog açıp reklam koyuyor orasına burasına sırf para için; değersiz, reklam dolu bloglardan etraf geçilmiyor. Onlara benzemesini istemem. O yüzden minimum düzeyde tuttum şimdilik. Tıklarsanız da yararıma olur haliyle :)


Bir de, "dizayn, göze hoş gelme" gibi konularda kendimi geliştirmem gerektiğini farkettim.

Kim bilir yeni yılda hayatımda değişimler baş gösterir; zaman bulur ve kendi siteme taşınırım belki de. Blogspot'un sınırlayıcılığından da kurtulurum böylece.

23 Kasım 2010 Salı

Bazen - Moon

İki adet naçizane tespitim var:

1) Adı "bazen" olan tüm Türkçe şarkılar çok güzel.

2) Adında "moon" geçen tüm yabancı şarkılar çok güzel.

20 Kasım 2010 Cumartesi

MÖ - MS

Her insanın hayatında belirli milatlar oluyor. Çok farklı nedenlerle oluşuyor bu milatlar. O insanın hayatında yaşanacak bir sonraki etkileyici olaya kadar da bu milat yerini koruyor. Eğer kötü bir olayın üzerine bu milat oluşmuşsa, MÖ kısmına hep özlem duyuluyor, MS ise hep "hayattan çalınmış zaman" olarak kalıyor.

Önemli olan, o miladı fazla kafaya takmamak.

Bir sonraki miladı koyana kadar o tarih aralığını kayıp bir şekilde yaşamamalıyız. Çağrışımlara hazır olmalıyız; onları engelleyemiyoruz zaten, sadece bir şekilde onlarla yaşamaya alışıyoruz. Şarkılar, mekanlar, tarihler, sözcükler.. Zamanla alışıyoruz işte, ama o milat hiç bir zaman kaybolmuyor.

Ta ki yeni milat gelene kadar.

Umalım ki yeni miladımız güzel bir olayla başlasın, miadımız dolmadan.

19 Kasım 2010 Cuma

Bugün bir arkadaşım "aylardır yüzün gülmüyor, bir tek müzikten bahsederken gözlerinin içinin güldüğünü görüyorum" dedi.

Korkuyorum.
Bir arkadaşım var, kaybettiğim şeyin "sevgili" olduğunu sanıyor.

Ah bi anlayabilse.

No Reply

Sevgililer-, eski sevgililer-, hatta her çeşit insanlararası ilişkinin, aşağıdaki Beatles şarkısı kadar samimi ve açık olmasını dilerdim. Adam ne hissettiğini, ne istediğini çarpıtmadan söylüyor işte. Bundan ne gibi bir zarar gelebilir ki?

This happened once before
when I came to your door
No reply
They said it wasn't you
but I saw you peep through
your window

I saw the light
I saw the light
I know that you saw me
'cause I looked up to see
your face

I tried to telephone
They said you were not home
that's a lie
'cause I know where you've been
I saw you walk in
your door

I nearly died
I nearly died
'cause you walked hand in hand
with another man
in my place


If I were you
I'd realize that I
love you more
than any other guy
And I'll forgive
the lies that I
heard before
when you gave me no reply


I tried to telephone
They said you were not home
that's a lie
'cause I know where you've been
I saw you walk in
your door

I nearly died
I nearly died
'cause you walked hand in hand
with another man
in my place

No reply
No reply


 
Bir de, çok güzel söylemiyorlar mı bu şarkıyı sizce de?

18 Kasım 2010 Perşembe

Aşk, aşıktan bağımsız (mı) gelişir

Birine aşık olduğun süreçte, karşındakinin sana karşı olan ya da olmayan hareketleri, aşkının şiddetini ne kadar belirliyor bilemiyorum, ama onu unutman gereken süreçte karşındakinin yaptığı herhangi bir hareketin, ki bunlardan bir kaçı aşağıdaki gibidir;

  • Senden nefret etmesi
  • Seni umursamaması
  • Seni hayatından tamamen çıkarması
  • Senle konuşmak istememesi
  • Sana yalan söylemesi
  • Sana gerçekleri söyleyememesi
  • Yeni bir sevgilisinin olması

aşkını hiç bir şekilde azaltmadığını düşünüyorum.

11 Kasım 2010 Perşembe

500 Days of Summer'ın en sevdiğim yanlarından biri, en sevdiği Beatles şarkısı Octopus' Garden olan bir kızın -kurgu da olsa- varlığını bilmek oldu. Mutluyum :)

4 Kasım 2010 Perşembe


4. evredeyim.


Periyodik olarak önceki evrelere de uğruyorum (3.ye uğramayı zorunlu olarak bıraktım). 5. evreye erişmeyi çok istiyorum ancak bir dış etken(?) olmadığı sürece pek mümkün görünmüyor.

Yalan; aslında 5. evreye ulaşmak istediğimi sanmıyorum. O yüzden mümkün görünmüyor.

Siz ölüm döşeğindeki bir yakınınızı, artık ölmek üzere diye kaybetmeyi diler miydiniz?

Ben de sevgimi kaybetmek istemiyorum.

Ve bunun çok sıradışı ya da anlaması zor bir şey olduğunu sanmıyorum. Her insan böyle yapardı herhalde, gerçekten seviyorsa.


1 Kasım 2010 Pazartesi

Death is overrated

Ölümsüzlüğün sırrı bulunamadı ama ben %100 garantili ölümün sırrını buldum:

İki kutu uyku hapı içtikten sonra elinde tabancayla Boğaz Köprüsü'nden atlamak.

31 Ekim 2010 Pazar

Zero 7

Tarzları tam olarak Air ile SimCity müzikleri arasında bir yerde. 

Mehmet Tez'e satmayı düşünüyorum bu cümleyi. Yazar twitter'ında, övgüleri toplar, Türkiye'nin müzik gurusu olur. "Guru gürültü"!

Gazete/dergi yazarı olmak ne kolay Türkiye'de, gerçek yazar olmak ise ne zor dünyada...

Ayrıca; okuduğum en etkileyici şeylerin fanzinlerden, bloglardan çıkması ile dinlediğim en ilginç müziklerin pek bilinmedik gruplardan çıkması arasındaki benzerlik çok yüksek.

28 Ekim 2010 Perşembe

Onu o kadar seviyordu ki, kariyerini bir günde kenara atmaya karar verdi; hayattan istifa etti.

27 Ekim 2010 Çarşamba

25 Ekim 2010 Pazartesi

21 Ekim 2010 Perşembe

Hiçbir şeyin iyiye gittiği yok, göz yanılsamasıdır o, yorgunluktandır.
Seneye bugün tam bir sene dolmuş olacak.

Zaman, bu cümle kadar anlamsız işte.

18 Ekim 2010 Pazartesi

"Hayat zor lan."

Eski not defterimi karıştırırken karşılaştım. Tam olarak böyle yazmışım 08.01.2008 tarihinde.

Yemin ederim döverim ben bu çocuğu.

13 Ekim 2010 Çarşamba

You make it easy

Doğru dedin, çok seviyorum o şarkıyı. Eskitiyorum ama şarkıyı, günde 10 kez falan dinleyerek. İlk "farkettiğimde" bu şarkıyı, "oha bugüne kadar yapılmış en iyi şarkıyı buldum sanırım" diyordum. Çok tüketiyorum her şeyi ya. Tadında bırakmak gibi bir şey yok. O yüzden, senin deyiminle "hayatımın fon müziği" de sürekli değişiyor, hayatımla beraber. Değişmeyenler ise hissettiklerim. Halbuki değişmesini istediğim şey hissettiklerim, değişmemesini istediğim şey ise hayatımdı.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Televizyondan tümevarım

Bir şeye bazen çok üzülürüz, aslında o üzülünen şey "evrensel" derecede kötü değildir, göreceli kötüdür ya. Mesela, "efsane" bir grubun konserini kaçırmak gibi.

Bu duruma benzer bir şeyle karşılaştım bugün, birisi "Bir haftadır televizyon izlemiyordum, bugün izledim çok ilginç oldu" gibi şeyler yazmıştı. Kocaman bir yazı. E ben haftalarca izlemiyorum, başka evlere gidince televizyon açık olursa izliyorum ancak, ve bu beni doyuruyor. Şimdi ben garip miyim?

Çok basit bir şey bu dediğim aslında -ve herkesin başına geliyor- ama bir o kadar da ilginç geliyor bana. Aslında dünyada hiçbir şeyin önemi yok dedirtiyor insana. Dünyadaki her şeyin yekünde her insan için hem çok önemi var, hem de hiç önemi yok.

Herkes ne kadar farklı. Her şey ne kadar farklı.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Sıradandışı

Sıradan bir çocuğun sıradışı öyküsünden, sıradışı bir çocuğun sıradan öyküsüne uzanan yolculuk.

29 Eylül 2010 Çarşamba

İki versiyon

1) "En son ne zaman mutlu hissetmiştim lan ben" diye düşünüp bulamadığınız oldu mu hiç?

2) En son ne zaman mutlu olduğunuzu hatırladıktan sonra "piuuv yıl dönmüş lan" dediğiniz oldu mu peki?

Asıl sorum şu: 1 mi daha kötü, 2 mi?

28 Eylül 2010 Salı

Deme

bana sakın "bu kadar üzme kendini, bu senin suçun değil" deme
benim suçum olsun istiyorum
buna inanmak istiyorum
böylece sürekli çabalayabiliyorum
biliyorum bir işe yaramayacak, ama böylesi benim açımdan daha iyi
ya gerçekten benim yapabileceğim bir şeyden ötürü değilse
böyle olmasının nedeni
o zaman kahrolurdum işte
elimde olmadan bazı şeylerin bozulması duygusu daha iğrenç
öyle olduğuna inanmak istemiyorum
öyle değildir umarım
bırak benim hatam olsun
nefret edilecek biri olayım
böylece düzeltmeye çalışayım


27 Eylül 2010 Pazartesi

Dünyanın en güçlü şeyi,

akşam akşam oturup yetişmesi gereken işlerle uğraşırken, çalmaya başlayınca işi bıraktırıp evdeki en kuvvetli alkolü açtıran şarkıdır.

26 Eylül 2010 Pazar

School is for lazy people

desem çok mu iddialı bir cümle kurmuş olurum? Birincisi cümle aklıma İngilizce düştü, o nedenle o şekliyle yazdım. İkinci olarak da; okulda olmanın - istediğin şeyi okuyor olsan bile - insanı tekdüzeliğe, kurallara alıştıran, yaratıcılığı tamamen yok eden bir yanı var. Özellikle sosyal bilimler veya sanat okurken ortaya çıktığını düşünüyorum bunun.

O yüzden yapmak istediği şeyi "alaylı" olarak öğrenenler çok daha güzel yapıyorlar o işi, çok daha severek, gereksiz ıvır zıvırdan arınmış, odaklanmış şekilde.

Okul tembeller içindir. Alışılagelmişliğin rahatlığını, rahat olmanın kolaylığını, yaratmamanın ama sürünün arasına karışıp gitmenin basitliğini sevenler içindir.

Ben de seviyordum okulu, kıçımı kaldıracak, yaratacak gücü bulamıyordum çünkü; ve rahatlığın çok güzel bir yanı vardır, hiç bırakmak istemezsin, sıkılmış olsan bile. İnsanoğlunun en büyük günahlarından biri: rahat olmak, alışılageleni sevmek. Ödev mi var, yap; sınav mı var, çalış; peki tüm onlar ne işime yaradı, tekdüze anlamsız, bir çoğu gereksiz şeylere çalışarak vakit kaybetmemden başka?

Eğitim çok lazım, ama okul denen şeyin bayağı köklü değişmesi gerekiyor bence.

"O yatınca hemen uyuyordur."

Selçuk Erdem sık sık kullanırmış bu lafı bir takım insanlar için. Ne kadar güzel bir lafmış bu böyle. Ne zamandır aklımda olan düşüncelerin insana farklı bir yansıması, hiç bu bakımdan bakmamıştım.

Yeni gündem konum bu: Yatınca hemen uyumak iyi midir?

...

İyidir be kardeşim! Kim istemez yatınca hemen uyumayı..

Kim istemez cahil olmayı, ama farkında olmamayı.

Hiç kedi olmak istediğiniz olmuyor mu ki sizin? Düşünmek istemediğiniz.. Kandırmayın "insan"ı...

Mola istiyorum.

Neden hayata ara verme hakkımız yok?

Herkesin buna ara sıra ihtiyacı olmuyor mu?

Pazartesi işyerine gidince "ben bir süre hayata ara veriyorum, kafamı toparlayacağım biraz, hem zaten bak verimli olamayacağım bu kutularda durdukça. Şu anda önceliklerim değişti, kendimi düzeltmeden bir yere varamam. O nedenle ya bana 1-2 hafta izin verin ya da atın işten anasını satayım. Napayım, bu da can değil mi?" desem cevapları ne olur?

Böyle bir yaşama sistemini kim getirdi dünyaya? İstediğimiz her şeyi yaparken de yaşayabiliyor olsak, "insan gibi yaşayabilmek" için ruhumuzu satmak zorunda kalmasak? Kızılderili misali devam etsek yaşamaya. Sadece doğa ve düşüncelerimiz olsa, yaşamak için yaşasak, diğer hiçbir şey için değil..

"İnsan gibi yaşamak" ne zaman "insanlıktan çıkmaya" ve daha da kötüsü kimselerin bunu görmemesine ve hatta normalleştirmesine vardı?

25 Eylül 2010 Cumartesi

Alkolik Olma Nedenleri

Bugün ekşisözlük'te bakınırken gördüğüm entry. 

Hani bazen insan "şu çektiğim acı ne kadar büyük, kurtulamıyorum çok çaresizim" der ya, işte ben onu çok sık diyorum. Şımarığım o yüzden. Yani sanırım bunu çok sık diyen biri değer bilmez ve şımarık diye tanımlandırılabilir, ben de öyle olduğumu farkettim.

Varmak istediğim nokta, bu tip örnekler görünce "aslında sanırım bu büyük acı kadarını ve hatta daha fazlasını çekenler de var, hatta acıya yaklaşımları bile benimkiyle aynı vay be!" diyip aslında kendi durumumu abarttığımı düşünüyorum. Kendimi bazen tam bir "drama queen" gibi hissediyorum (Bu sözcüğü karşılayacak Türkçe bir sözcük olmaması ne üzücü..)

Son zamanlarda "anıları silmek mutlulukları da götürecek, bomboş bir hale gelmektense acıyla karışık güzel anıları tercih ederim"e yönelmeye başladım gerçi. Başka türlü yaşanmıyor çünkü, evet o filmin mümkün olmama gerçeği varsa, durumu olabilecek en acısız ve düzgün şekilde kotarmaya çalışmalısın. Yani "cahillik bilgeliktir"i yadsımak gibi bir şey yaptım ve acılarımla yaşamaktan mutlu olmaya başladım, o acıların aralarında yüzümü ölene kadar güldürecek anılarım da var çünkü. Ve o anıları üretmek çok zor, acı üretmek o kadar kolay iken; özellikle benim gibi evhamlı ve mutlu olmayı kendine adeta haram gören biri için..

"Acılarla yaşamaktan mutlu olmak".. Sonra adama mazoşist diyorlar, ama farkında değiller ki o acılar neler içeriyor. Bir röportajda yüz cümle söyleyen bir sanatçının en alakasız cümlesini çekip manşet yapmak gibi bir şey bu...

17 Eylül 2010 Cuma

Çocukken - Gençken - Yetişkinken

"Çocukken ne salakmışım ya" deriz ya hepimiz, yetişkin olunca da "gençken ne salakmışım ya" demeyiz umarım. Gençlikteki fiziksel enerjiye, "istesem dünyayı değiştirebilirim!" düşüncesine artık sahip olmayıp hala enerjik isteklere sahip olmaya çalışmak kadar acı bir şey yoktur herhalde dünyada. Umarım tecrübe etmem.

Like!

Bugün programlama ilgili bir şey araştırırken çok orijinal bir çözüme denk geldim ve makalenin altında bir "like" butonu aradım. Tabi ki yoktu. Sonra düşündüm "ulan şimdi adama durduk yerde 'güzel yazıymış hocu çok işime yaradı' falan diye de mesaj düzülmez ki, direk beğenip geçecektim işte".. Facebook insanlığı öldürüyor (bir çok yönden öldürüyor, bu yönlerden biri de hayatı kolaylaştırıyoruz diye böyle tekdüze, içi boş, sahte ve yapay bir iletişim konsepti getirmesi). Facebook diye bir şeyin olması kötü oldu bence ya, hiç olmasa daha iyiydi sanki, ama şimdi gitmesi de kötü olur..

16 Eylül 2010 Perşembe

Thoughts of a Dying Atheist

Ateistiz, agnostiğiz, deistiz vs. diye atıp tutuyoruz ya; istersen Nietzsche ol, eğer çok ani bir ölüm yaşamıyorsan (yani artık ölmekte olduğunun, bir kaç dakika ya da saniye sonra öleceğinin farkındaysan) korkudan altına sıçma ihtimalin bayağı yüksek. İstersen dünyanın en iyi insanı olmuş ol, zaten yaptığın kötülüklerden korkmazsın, ölünce ne olacağını bilmemekten korkarsın. Yaşam, evren, her şey gözlemlediğimiz kadardır, çok mantıksız geliyor diye "din, tanrı, cennet, cehennem, ruh, ölümden sonra yaşam vs. yok" demek çok basit. (Olayın tabi daha bir dolu başka yönü de var, ayrı konu.) Ama milyonlarca yıldır üzerinde atılıp tutulan bir konunun sonucunu görmeye çok yakın olmak korkutur insanı (daha doğrusu agnostiği), başka bir şey değil. Çünkü bu öyle bir konu ki, sana ne kadar saçma gelirse gelsin, 2+2=4 kesinliğinde yok diyebileceğin bir şey değil. En kral ateiste bile bir kamera şakası neyin yapsan, adamı Tanrı'nın konuştuğuna inandırsan bir şekilde, adam altına sıça sıça 5 vakit namaza başlar. Çünkü bu metafizik şeylerin böyle bir yanı var insanda, en derinlerde her zaman bir ihtimal bırakıyorsun farketmeden.  Çünkü anlam veremediğin şeyleri açıklamak istiyorsun. (Çünkü insan çok determinist, illa her şeyin nedeni olacak, bir şeye de bir kulp bulmasa ölür..) Belki de genlerimizdedir artık. (Evet bu olabilir. Mesela hiç rüyanızda çok yüksekten düştüğünüzü gördünüz mü? Kesin görmüşsünüzdür. Bilimadamları bunu, ilk insanların sık sık uçurumdan düşerek ölmesi ve bu hissiyatın zamanla beynimize "kazınmasıyla" açıklıyorlar. Ayrıntılarını hatırlamıyorum, hiç araştırasım da yok. Bunu da başka bir güne bırakalım! "Daha derine inemiyorum, metafizik bir güce çok inanasım var!" durumu da buna benzer olabilir.)

Ben söyleyeyim mi ölünce bana göre ne olacağını: Hiç bir bok olmayacak, normal bir karınca, bir eşek nasıl ölüyorsa sen de öyle öleceksin. Hatta "haa ölünce demek böyle oluyormuş" bile diyemeyeceksin. Öldüğünde göreceğin parlak beyaz ışığın bilimsel bir açıklaması var, yukarı falan yükselmiyorsun yani orada, merak etme. Sadece toprakta çürüyeceksin. Hindu, budist ya da biraz marjinalsen yakılabilirsin de. Hayatta kalanlara bıraktıklarınla, fikirlerinle ve davranışlarınla, belki de hissettirdiklerinle yaşayabilirsin en fazla. (+Bu durumda hayatın da pek bir anlamı yok? -Evet ya, yok sanırım.. +Yani, hayatın anlamı başkalarının hayatını güzel kılmaksa, e zaten o da bir hayat ve onun amacı da başkalarınınkini güzel kılmak olacaksa, yine pek manalı değil ki yaşamak konsepti? -Eh o zaman kendine başka bir neden bul!)

Muse'un başlıkta adı yazan şarkısını dinlerken geldi aklıma bu fikirler. Zaten şarkı da bundan bahsediyor az çok. Eh ne diyeyim, haklı. En temizi agnostik takılmak hacı, "bilemeyiz" de geç. En mantıklısı da o hani. Biraz ukalaysan deist, fazla ukalaysan ateist de olabilirsin istersen.

13 Eylül 2010 Pazartesi

ahkucucukgemi.blogspot.com

Last.fm'de görüp tanıdığım (ama tanışmadığım), hatta blogundaki last.fm scrobbler'ını çok beğenip hacıladığım güzel blog sahibi insan. Okuduğun, dinlediğin, yazdığın şeyler çok güzel. Varlığına teşekkür ederim.

İlk defa tanımadığım bir kişiye böyle bir şey yapıyorum. Hem de uluorta! Umarım sitendeki aracı çaldığım için ya da diğer şeyler için kızmamışsındır.

Düzeltme: Taşınmış kendisi:  kacipgitmekvar.blogspot.com

12 Eylül 2010 Pazar

Yabancılaş(ma)!

Farklı olmaya çalışmak bile daha önce milyonlarca kez yapıldı ya, paradoksun kendisi zaten orada ya.

O üzücü geliyor işte bana. Düşüncelerinde yalnız sanıyorsun kendini, hiç değilsin aslında. Peki bu iyi bir şey mi? Her zaman değil. Daha doğrusu, işine gelince güzel. İnsan boktan bir canlı çünkü, benciliz ve götüz. Schadenfreude diye bir şey var Alman felsefesinde, sağolsunlar dünya literatürüne katabilmişler sözcüğü (Haymatlos vol. 2). Sözcüğün anlamı ne mi:

Başkalarına gelen zarardan duyulan mutluluk.

Adamlar gayet açıkyüreklilikle "böyle bir şey var kardeşim, ne kandırıyoruz kendimizi binlerce yıldır, ben buna tek bir sözcük de buldum terimleştirdim de oh olsun" demişler, iyi de etmişler. Götler sürüsü olduğumuz artık resmileşti!

Ne kadar saçma; sonsuz olduğumuzu, hiç ölmeyeceğimizi sanıyoruz. Bir de her şeyin merkezinde olduğumuzu, hem bireysel hem insansal olarak. Bir de her bir bokla etkileşim içerisinde olduğumuzu.

Daha yalnızız ama, etrafımızdakilerin sayısı arttıkça.



Bir şiirle bitirmek isterim:

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.  (O.V)


Şimdi yukarıda yazdıklarımı birbiriyle bağlantılayabilenlere tam 10000 lira vereceğim. Ama var gerçekten bir bağlantısı. Özgürce yazıyorum diye saçmaladığımı sanmayın. Post-modern yaklaşımları sevmem.

Yok mu sizce bir bağlantısı? Bir yekün alalım, kabak gibi ortaya çıkacaktır:

1. Farklılaşma - benzeşme

2. Schadenfreude

3. Yalnızlık

Vee kaçınılmaz son: Yabancılaşma!

11 Eylül 2010 Cumartesi

12 Eylül Referandumu üzerine

Ben de darbelere karşıyım, özgürlükçüyüm, Kürt ve başörtülü haklarını savunuyorum. Gel gör ki dine inanan biri bile değilim. Tek düşündüğüm, ancak barış içerisinde yaşayarak ve farklı düşüncelere saygılı olarak bir yerlere varabileceğimiz. Dinlere, hatta Tanrı'ya inanmadığımı öğrenince benden soğuyan, bana "acıyarak" bakan arkadaşım da oldu, "Bu Diyarbakır'ın şebeke suyuna fare zehri katacaksın asıl, sen çıkmış ne diyorsun!" diyen arkadaşım da. İki kafaya da anlam verebilmiş değilim, ben onları köktendincilikleriyle ve faşistlikleriyle bile olsa kabul edebilmişken, benim onlara bir zararım yokken bana böyle yaklaşabiliyorlar. Keşke her ikisi de görebilse olayın aslında ne kadar basit olduğunu..

Neyse konu bu değil. Sonuçta bağnaz bir hayır'cı da değilim. CHP'yi de pek sevmem. Hatta Kılıçdaroğlu'nun Baykal'dan pek de bir farkı olmadığını görmüş bulunuyoruz. Yine de oy vermeden önce şu adamın dediklerine bir kulak vermeliyiz diye düşünüyorum.

http://www.ntvmsnbc.com/id/25130440/

7 Eylül 2010 Salı

Şarkılar değişmiyor. Biz değişiyoruz.


Eskiden şöyle olurdu:

Ayda bir falan bir şey olur ya da iki bira içer de hüzünlenir, hep dinlediğim bir şarkıyı açtığımda efkarlanırdım. Şarkı farklı gelirdi, "bu şarkıyı bu ruh haliyle dinleyince oluyormuş gerçekten" derdim. O anda hissedilen hüznün çok "içten" bir sıcaklığı olurdu. İnsanın hüzünlenince o tip şarkılar açması da bundan kaynaklanmıyor mu zaten. O, güzel bir hüzün.

Şimdi ise şarkı dinleyemez oldum, her şarkı bir yük. Çok sıkıldım bu durumdan, şarkıların arkada sadece fon müziği olabildiği, anlam yüklemek zorunda kalmadan dinleyebildiğim zamanları özlüyorum...

Şarkı aynı şarkı, bir gün gülümsetirken bir gün nasıl ağlatabiliyor anlamıyorum. Bence güç işte budur, 3 dakikalık bir eserle insanları duygusal olarak kontrol edebilmek.

Sen de mi U2!

Dün U2 konseri vardı malum. Zaten konserin sürprizleri biliniyor, Bono "Egemen Bağış'la köprüyü geçtik" derken istisnasız herkesin yuhalamasından (çok orgazmikti), Zülfü Livaneli'den (acaba kimin fikriydi ve nasıl oldu?) falan tekrar tekrar bahsetmeye gerek yok. Bir diğer ilginç (ama sürpriz olmayan) şey de stada gidiş (Mecidiyeköy'den) - dönüş için toplam 6 saat falan harcamış olmam. Mesela giderken minibüs şoförü yolu karıştırdı diye (o akşamki işin buyken nasıl yolu karıştırabilirsin o da garip gerçekten..) adama küfür eden, üzerine yürüyen bir U2-severle de tanıştık minibüsçe. Lan senin daha sevgi dolu, en azından kavga çıkarmayan bir tip olman gerekmiyor muydu, U2 dinleyen bir insansan? (Demek gerekmiyor, Beatles-sever biri de adam öldürebilir herhalde. O zaman nasıl tahammül edebiliyor ki o müziklere? Hımm..)

Bir de itiraf etmeliyim ki ses sistemini fazla beğenmedim (ben kim oluyorsam?). Bu kadar janjanlı sahneden daha net sesler çıkmasını isterdi gönül, ama sanırım yapabilecekleri bir şey yoktu, zira koca statta herkes duyabilsin diye iki farklı yerde ses çıkışı ve dolayısıyla delay vardı (örneğin sahnede izlediğinle duyduğun arasında şöyle bi yarım saniyelik fark vardı, anlaşılabilen). Eh bir de açıkhava, insan gürültüsü, rüzgar vs. kaliteyi biraz bozmuş olabilir. Basslar kuvvetliydi yine de; sahneye en uzak yerdeydim (fakirim) ama çoğu kez zenci basketbolcu arabasında gibi titredim adamlar bass-ı-verdikçe.

Ben tam anlayamıyorum o olayı, bu kadar gösterişli sahneye gerek var mıydı? Hatta bu kadar tarz değiştirmeye gerek var mıydı acaba.. Evet adamlar şu anda Dünya üzerindeki en aktivist grup, iyi ki öyleler ama ilk kuruldukları zamanlardaki anarşist ruhları artık yok, bu şarkılarına da yansıyor. Artık daha pop - elektronik "are you reaaady"li, "i am going crazy"li şarkılar yapıyorlar. Yine güzel şarkıları var, ama eski şarkıları çok daha güzeldi bence (hele Joshua Tree albümü), özellikle sözleriyle ve Edge'in bol ekolu-delayli nevi şahsına münhasır gitarıyla.

Bunun yanında "benim çok param var, bunun 10da 1ini hayır için harcasam geri kalanını da yerim" mantığı bence biraz sahte. Yani adam bir nevi harcayamadığı fazla parasını hayır kuruluşlarına veriyor, geri kalanıyla milyarlık garip güneş gözlükleri takıyor, öküz gibi jeeplere biniyor, pahalı barlara gidiyor (http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/bono-nuran-sultan-ile-eglendi.html), işte tam da bu yüzden insanlar Bono'ya "soytarı" diyor ama yine de taşa tutamıyorlar.. Tamam itiraf ediyorum, bu çok içten olmadı. Ben zengin değilim ama atıyorum bir gece de bir bira daha az içip artan 5 lirayı aç birine verebilirim. Bunu hepimiz yapabiliriz ama yapmıyoruz. Yine de gerçekten sınırsız miktarda param olsa, gidip her şeyin en pahalısını alıp en pahalı yerlere gitmezdim herhalde. Param olmadığı için söylemesi rahat, ama insan kendini az çok tanır: Çok param olsa yine Pendor'a, Küçük Beyoğlu'na giderdim (artık gidemiyorum ama bu çok farklı bir hikaye, neden başka bir yazının konusu olmasın ki?), neden mutlu olduğum yeri değiştireyim ki? "Kurallarıyla içip eğlenen" zengin insanların olduğu gece kulüplerinde ne işim var..

Kısacası konser hakkında söyleyeceğim şey; bence U2 bu kadar büyük prodüksiyonu hak edecek bir grup değil. Gerçi paraları var ve yaparlarsa daha çok kazanacaklarını biliyorlar - böyle bir prodüksiyon olmasını zaten kendileri istiyor ve altından da kalkabiliyorlar, o yüzden yapıyorlar. Ama bilmiyorum işte, içim hiç rahat değil. Konser gerçekten çok güzeldi, ama beynimin arkasında hep "Tamam da bu neydi ki şimdi lan, sen gönülde anarşist - eşitlikçi falan değil miydin, nedir bu Rihanna konseri gibi görseller ön planda şarkılar arka planda?" diyor bir ses. Zaten insanların U2 konserlerini doldurması ama  yine de Bono'dan nefret etmesi de bununla ve tabi yukarıda bahsettiğim değişimle alakalı diye düşünüyorum. Bu tarz garip değişimlerde Madonna bir, Bono iki. Eskiden çok daha iyilermiş.

Darısı David Bowie, David Gilmour, Paul McCartney ve bilumum güzel müzik yapan insanın başına.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Beynim zonkluyor.

Son zamanlarda gittikçe şeffaflaştım, herkese karşı gayet açığım.

Bu cümlenin eş anlamlısı da şu: Beynimden söküp atamadığım dertleri başkalarına saatlerce tekrar tekrar anlatarak herkesin kafasını s.kiyorum ve insanları artık sıkmaya başladım.

Bu; tezgahtara "satış uzmanı" demek gibi bir şey. Aşağılamıyorum, ben de yaptım o işi. Ve gayet tezgahtardım, satış uzmanı falan değil.

İnsanların beynini yüzyüzeyken s.kmek yetmedi, artık burada da şeffaflaşmaya karar verdim. Çünkü kafamı başka hiçbir şey boşaltmıyor. Bir dolu şey yapmaya çalışıyorum, yapıyorum. Meşgulüm aslında, evde oturduğum için vakit geçmiyor falan desem yalan, her gün çalışıyorum. Bir bokuma yaramıyor ama. Yaptığım işten ne bir şey anlıyorum, ne ona konsantre olabiliyorum, ne de son zamanlarda zevk alıyorum. Hele alkol, ah alkol, her seferinde daha da kötü yapıyor. Artık sarhoş olamıyorum, ve bu çok kötü bir şey. Uyuyabilmek için aldığın uyku haplarının uykunu kaçırması gibi trajikomik bir şey hatta. Diyorum ki uzaklaşsam buralardan, başka bir şehre, "mimlenmemiş" bir şehre, daha önce hiç bulunmadığım, onun izlerinin olmadığı bir şehre kaçıp gitsem, hayatımı durdursam bir süre, işi - okulu bıraksam ne olur ki sanki? Belki 1 ayın sonunda kafamı toparlayabilmiş olurum.

 Hâlâ aşık olduğun (Aşk nedir bu arada? Bu başka bir topicin konusu olmalı. Hatta başka bir hayatın konusu olmalı, o kadar geniş.) eski sevgilini başka bir erkekle beraberken görmekten daha acı verici bir şey olabilir mi bilmiyorum. Seninle zamanında yaptığı şeylerin aynısını yapması, beraber uyuduğunuz yatağa onu sokması, onları aylarca beraber vakit geçirdiğiniz eve giderken görmek. Kıskanmak değil bu, çok daha ötesi. Bir kere "ben burada ölmek üzereyken o nasıl başka birini sevebilecek zamanı buldu?" diye soruyorsun. Sonra cevap zank diye yapışıyor beynine, çünkü o seni bırakmıştı zaten çoktan. Bu neden oldu peki diye düşünüyorsun sonra da, kendini suçluyorsun.

Abarttım az önce, bundan daha büyük acı vardır muhtemelen, ama insan tecrübe ettiklerinden ibaret. Ve bugüne kadar tecrübe ettiğim en büyük acı bu oldu. Reddedilme, başarısızlık, diş ağrısı, sırt ağrısı, kaza, acizlik duygusu hatta en yakınının ölmesi. Bugüne kadar yaşadığım en kötü duygular bunlardı. Bunların toplamını bile geçmiş bir çöküntü hissediyorum içimde. Diyecek o kadar çok şeyim var ki daha. Sayfalarca boş söz, buharlaşmaya hazır. Hepsini yaz(a)mayacağım.

Burayı okuyan insan sayısı çok kısıtlı. Bunu bilerek rahatça yazabiliyorum istediğimi. Tüm internet alemine açık bir site, beni tanımayan okusa "ergen" der en fazla, beni tanıyanların da hepsi kafalarını s.ktiğimden zaten bu durumu artık kelimesi kelimesine ezberledi. Kendisi de burayı takip etmediğinden bir sorun yok.

Ediyorsa da okusun, ne farkedecek ki. Kurallar nerede? Ben bir kural göremiyorum. Bunları okumasını istemiyorum aslında, ama bu düşüncelerin farkındadır herhalde. Tüm bunları ona yazıp her şeyi sarpa sardırmak istemedim. Ama bunları yazmam gerekiyordu ve buraya yazdım. Belki de bilinçaltım onun okumasını istiyordur, o yüzden buraya yazıyorumdur. Peki bu artık umrumda mı? Söylediğim gibi artık şeffaflaştım. "Bu böyle yazılır mı hiç?" sözlü kuralını koyan insanla tanışıp "Neden?" diye sormak istiyorum.

Yazdıklarımın bir etkisi olmasını istemiyorum, beklemiyorum, olmaz da biliyorum. Sadece aklıma gelen her cümlenin yitip gitmesinden bıktım. Buraya ya da defter köşelerine yazdığım şeyler, düşündüklerimin sadece %1'idir herhalde. Çünkü inanır mısınız, artık uyku dahil nefes aldığım her an düşünmeden duramıyorum. Hayat, sevgi, ölüm. Şu üç terim hakkında sabah akşam kalitesiz edebiyat parçalıyorum. Eh, zamanının tümünü harcadığın şeyin de yok olup gitmesini istemiyorsun. Her ne kadar çok düzensiz, oradan buradan olduğunu bilsen de, yazıyorsun işte. Kalıcılık arıyorsun, kaliteye bakmadan.

Burası benim kişisel alanım. Kağıtta olmasını tercih ederdim, çünkü o kağıdı sonradan elinde tutunca beş duyun harekete geçiyor. Bilgisayar ortamında bu pek olmuyor ama hızlı olması için bilgisayarda yazıyorum. Yayınlamayabilirim tabi ki. Ama yayınlayacağım. Kuralları kim koyuyor ki?

Hiçbir şeyi anlamlandıramıyorum. Karmakarışık oldu hayat. Geçen sene dert sanıp üzüldüğüm küçük saçma sorunlar bugün o kadar sık geliyor ki başıma, artık çok rahat göz ardı edebiliyorum. Belki bu şekilde "acı insanı güçlendiriyordur." Haha ne klişe bir şey bu. Güçlenmek istemiyorum. Acı çekmek istemiyorum. Acı çekmemek adına tüm güzel anıları yok etmek dahil herşeyi yapardım. "Şunu yap, acın geçecek" diyen birini bir bulsam, ah bir bulsam, ne derse desin uygulayacak durumdayım. Çünkü kendi yaptığım şeyler hiçbir işe yaramadı, daha ne yapabilirim ki?

Zamandan nefret ediyorum.


***Yukarıda bahsettiğim kişi ben değilim..! O kişi hepimiz. Almanya'daki Hans ve ABD'deki Jim. Ya da siz kim olmasını istiyorsanız o. Sadece önyargılı okumayın. Herkes tek başınadır, hisler kişiye özeldir, ama bir o kadar da genel-geçerdir malesef. Yukarıdaki gibi hisseden çocuk yalnız değil. Daha doğrusu yalnız, ama onun gibi hisseden milyonlarca başka erkek de var. Bu insanı rahatlatır mı bilinmez, ama en azından "ben neden herkes gibi olamıyorum?" diye düşünmeni engelleyip kendine yabancılaşmamanı sağlar. Bir nevi "her işte bir hayır vardır" kafası.



31 Ağustos 2010 Salı

Yesterday - Tomorrow (2)

Geçen gün şöyle bir şeyden bahsetmiştim ya, bugün iş arkadaşım aynı hatayı yaptı bir yabancıyla konuşurken! O bu hatayı yapınca benim bütün dikkatim, konuşmam, konsantrasyonum vs. bok oldu tabi ama bu bana çok da güzel bir şey öğretti: Yaptığın felsefenin miktarı arttıkça en başa dönme hızın artıyor, bir boka yaramıyor yani. Ulan bir yesterday - tomorrow hatasından hayattaki pişmanlıklara varmak da neymiş, hayattaki her şey bu kadar derin düşünmeye değecek şeyler mi? Basit bir Türk hatasıymış işte, herkes de yapıyormuş. En azından bana bunu öğrettiği için arkadaşıma teşekkür ederim.

Artık daha basit düşüneceğim, vakit geçirmek için Ezel falan izleyeceğim. Beyni uyuşturuculardan daha iyi uyuşturuyor diyorlar.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Am I Very Wrong?

Bugün dinlerken Genesis'in "Am I Very Wrong?" adlı şarkısının belirli yerlerinin en az iki daha yeni şarkıda "benzetildiğini" farkettim:

1. The Swell Season -  Falling Slowly

2. Of Montreal - My Darling I've Forgotten

Bu arada Genesis'in ilk albümleri çok güzelmiş, tanıttığı için Onur Andıç'a teşekkür ederim. İlk başlarda "ehuahea Phil Collins mi!!" diye dalga geçmiştim, geri alıyorum şimdi.

Ne kadar garip, insan daha çok dinledikçe aslında ne kadar az müzik bildiğini farkediyor. Kafamdaki "henüz keşfetmediğim müzik" oranı gün geçtikçe azalacağına artıyor. Bu iyi bir şey mi bilemedim, zira "hayatımın şarkısı" diyeceğim şarkılarla tanışamadan gitmekten korkuyorum. Bir şarkının tek başına bir saati, bir günü, bir haftayı, bir hayatı... kurtardığı görülmemiş midir hem?



19 Ağustos 2010 Perşembe

Kafeinsiz Kahve



Kafeinsiz kahve, sevgisiz sekse benzer; ikisinden de onları asıl kendileri yapan öz çıkartılmıştır.


İşyerinde kafeinsiz Nescafe var. Her görüşümde aklıma bu cümle geliyor. Ama bu cümle aklıma ilk düştüğü sırada kahveyi seksle nasıl bağdaştırabildim onu bilmiyorum.

Hani zorlayınca sevgisiz seksi anlıyorum da (cinsel dürtü, yıllar süren abazanlık vs.), neden dünya üzerinde  kafeinsiz kahve diye bir şey var, bunu hiç anlamayacağım. Alkolsüz birayı da anlamayacağım. 


17 Ağustos 2010 Salı

.

B U N U    N A S I L   Y A P A B İ L D İ ?

Sadece bunu düşünüyor. Sabah kafasında bununla uyanıyor. İşerken, tıraş olurken, metroya yürürken, işteyken, aradayken, yemek yerken, akşam eve dönerken, arkadaşlarıyla konuşurken, arkadaşlarıyla içerken, film izlerken, kitap okurken, mastürbasyon yaparken. Bunu düşünerek uyuyakalıyor, ona uyku denirse.

Artık müzik dinleyemiyor, çünkü tüm şarkıların sözleri aynı.

İşin ilginci cümle hiç şekil değiştirmeden, hep aynı şekilde yankılanıyor kafasında. Bir yerden sonra, cümlenin manasından soyutlanıp kendisine odaklanıyor: 3 sözcük, 18 harf, bir soru cümlesi. Kafasının içinde, gözlerinin önünde dolanıyor sözcükler, bazen aradaki NASIL kayboluyor, BUNU YAPABİLDİ kalıyor. Bazen sondaki soru işareti birden durduğu yerden ayaklanıp YAPABİLDİye saldırıyor, tam ortasından deliyor. Artık sözcüklerden başka bir şey düşünemiyor, sadece 3 sözcük var. Beynini patlatacak yakında.

Biliyor; elbet bir gün geçecek, ama acaba değecek mi?

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Arabesk


Seni unutabilmek için ölmem gerekiyordu.


Çok mu arabesk geldi? Arabesk yavşaklığı. Haha. NE ARABESKI MINA KOYAYIM BE, SENSIN ARABESK.

Ama insan yaşarken de ölüyor.

Peki "niye ölür insan bile bile"?

15 Ağustos 2010 Pazar

Yesterday -Tomorrow

Şimdi aklıma geldi, Mıstık ve Özlemle konuşurken. Onlara anlattığım şeyi buraya da yazmak istedim, sabah unutmamam için bir not olsun diye.

Bir iki yıl önce İngilizce yazıp konuşurken "yesterday" ile "tomorrow"u her seferinde karıştırdığımı farkettim. "Yarın okula gideceğim" demek isterken "I will go to school yesterday" demek gibi. Bunu yazdığım dilin anadilim olmamasına bağladım hep, çok basit bir hata olsa bile. Kısa bir süre sonra, aynı hatayı Türkçe'de de yaptığımı farkettim..

Mustafa'nın yorumu çok felsefik oldu, şimdi hatırlamıyorum bile. Geleceği geçmişe bağlamam, geçmişe bağlı kalmamla ilgili olduğunu düşünüyor kısacası. Bana bu biraz saçma geliyor, bence sadece sıradan bir "tik". Mesela ben bu yaşımda hâlâ "yüzükoyun" ile "sırtüstü"nü de karıştırırım. Ama belki de değildir, belki de Mustafa'nın dediği gibi "insan diliyle düşünür".

Geçmişe bağlı kalmak çok zaman kaybettiriyor, tek yapmamız gereken geçmişten ders almamız. Çok klişe oldu bu. Hepimiz geçmişten ders alsak, hiç orjinal şey çıkmazdı ortaya. Belki de sadece her günü yeni bir gün olarak görmeliyiz (Mustafa). Bence bu da klişe oldu. Bu halimizle kuracağımız her cümle, eski bir cümlenin sıkıcı bir tekrarı olacak. Üzerinde düşünmek yersiz, sadece bırakmak lazım. Let it go, let it flow falan. Türkçesi nasıl bunun acaba? "Bırak zaman aksın?" (Mahkumuz inan) (Ozan).



8 Ağustos 2010 Pazar

Zamanda 100 yıl atlayan adam

Okuduğum bir kitaptan esinlendim:

Adamın biri bir gün "sihirli bir mağaraya" girse, içeride kendine göre sadece 1 saat kaldıktan sonra çıktığında aslında tam 100 yıl geçmiş olsa.

Olayın teknolojik gelişme kısmını geçersek, bu adamın tanıdığı bir kişinin bile kalmamış olması çok acı değil mi? Biz bile facebook'ta 300 küsür arkadaşımızla kendimizi yalnız hissederken, o adamın duyguları üzerine düşünmek bile istemiyorum.

Bir de, kendimi çok sık o adam gibi hissediyorum...


3 Ağustos 2010 Salı

Tam Pansiyon'dan

"...Hayatı her şeye rağmen iyiydi; sonuçta beterin beteri vardı, ve yıllardır hep bu şekilde kandırılmıştı..."

2 Ağustos 2010 Pazartesi

NAMK!

Tüm şu hissettiklerim için ağız dolusu bir NAMK demek istiyorum.


31 Temmuz 2010 Cumartesi

Michael Ende - Bitmeyecek Öykü'den bir kesit.

"... Oysa bilgelik, sevinç ve üzüntü, korku ve acıma, hırs ve kırgınlığın üzerinde olmak demekti. Bilgelik, her şeyi aşmış olmak, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevmemek, hiçbir şey ve hiç kimseden nefret etmemek, ama başkalarının olumsuzluk ya da yakınlığını da tümüyle kayıtsız karşılamak anlamına geliyordu. Gerçekten bilge biri, hiçbir şeye aldırmazdı. Erişilmez olur, artık ona hiçbir şey zarar veremezdi..."


Geçen gün uykuya dalmak üzereyken aklıma geldiydi; acaba nereden bilinçaltıma düştü?

 
Think twice
Before ending your life


Hafıza Sildirme Teknikleri

Hafızanızı sildirmek istiyorsunuz, teknoloji gelişmiş ve istediğiniz bir zaman dilimi hafızanızdan tamamen silinecek. Malesef teknoloji "Eternal Sunshine of the Spotless Mind"daki kadar gelişmiş de değil, belirli bir olguyu sildiremiyorsunuz; o olgunun içinde bulunduğu zaman dilimini bütünüyle sildirebiliyorsunuz sadece, bu da bir çok kayıp demek. Buna değer miydi? Bir nevi şunu demek istiyorum; mutsuz olmamak için mutlu olmamayı göze alır mıydınız?

Ben kesinlikle alırdım. Çünkü mutsuzluğun, umutsuzluğun, hayal kırıklığının verdiği o keskin acıyı geçiştirebilecek, kompanse edecek bir mutluluk hiç görmedim, duymadım. Belki bir tek "zaman", ona olan inancım da gün geçtikçe azalıyor.

Kemoterapi gibi düşünün; sağlığınıza kavuşmak için tedavi olmalısınız ama kemoterapi yüzünden kanserli hücreler kadar canlı hücreler de ölecek ve bu süreçte daha da fazla hasta olacaksınız.

Hangisini tercih ederdiniz? Ben kesinlikle kemoterapiyi tercih ederdim, tüm kanser hastalarının yaptığı, daha doğrusu eninde sonunda yapmak zorunda kaldığı gibi.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Aynı anda hem ağlayıp hem gülebilmek

Bize bahşedilen en büyük özelliklerden biri bence. Benim de başıma geldi, ve "mutluluktan ağlamak" ya da "gülerken ağlamak" denen olguyu yalnızca tek bir şeye bağlayabiliyorum: Yerine göre o sırada "Bu güzel anların da sonu olacak" ya da "İnsanı gülümseten çok güzel anlardı, ama artık yoklar.." diye düşünmek.

Böyle bir deneyimi en kısa yoldan yaşatacak şey tabi ki müzik. Kişisel tercihim "Yann Tiersen - Sur le Fil (full version)". Tabi öncelikle bu şarkı eşliğinde bir kaç anı yaratmış olmak gerekiyor..

Peki ya son dinleyişin üzerinden aylar geçtikten sonra bir şarkıyı dinlerken "ben zamanında bu şarkıyı dinlerken çok üzülüyordum, ama aslında o sırada neye üzüldüğümü de hatırlamıyorum" deyip üzülmek ne kafasıdır, onu bilemiyorum işte. Mirkelam kafası olabilir, üzüldüğüme üzüldüm adeta. Var öyle bir şey..

Hah, ikinci bir önerim de "Mirkelam - Hatıralar" olur. Klibinde Beatles olan yegane Türk şarkısı =)

Ekleme: Bir şarkı daha geldi aklıma, bence kendisi tam da bu duyguyu yansıtır: "Zerrin Özer - O Yaz".

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Konsantrasyon

problemimi bir an önce çözmeliyim, yoksa yakında ciddi sorunlara neden olmaya başlayacak..

23 Temmuz 2010 Cuma

Kulaklıktan genelleme

En uyuz olduğum huylarımdan birini şu olay çok iyi açıklıyor sanırım:

Dün mp3 çalarımın sol kulaklığını çay bardağının  içine "düşürdüm" (Gerçi fizik kurallarını zorlayan bir şekilde gerçekleşti, ama oldu işte bir şekilde). Bir saniyeden daha kısa süre çayın içinde yüzdü, hemen çıkartıp kuruttum ve büyük bir moral bozukluğuyla çalışıp çalışmadığını denedim. Kulaklık pek pahalı değil, ama yeni almıştım ve memnundum, şimdi durduk yerde yenisini almak maddi ve manevi olarak canımı sıkacaktı.

Buraya kadar her şey normal, hatta şansıma kulaklık normal bir şekilde çalışmaya devam ediyor. Ama benim moral bozukluğum geçmek bilmiyor. Çünkü tecrübelerimle sabit, sıvıyla temas eden elektronik bir alet, oksitlenmeden vs. normalden önce bozuluyor. Henüz bir sorun yok, ama aleti kulağıma her takışımda bu olay aklıma gelecek ve her seferinde "neyse ki bozulmadı" diye şükredeceğime "artık bu sefer bozulur herhalde" diyeceğim ve alet belki de 3 yıl sonra bozulunca bile, "al işte bozulacağı belliydi" diyeceğim. Güzelim yepisyeni kulaklığı bir ağız tadıyla kullanamayacağım.

Bu tip sapık düşüncelerden arınmak, bu kadar küçük, "hayatın kendisi"yle ilgisiz şeyleri daha az umursayan bir insan olmak istiyorum.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Bir (Her) Cumartesi Akşamı

Yoğun bir günden sonra geceyi bitirmek üzere evine gitmek için metro girişine yöneldi. Az önce arkadaşıyla vedalaşmıştı. Metroya inerken bu görece yeni arkadaşının kendisi hakkında ne düşündüğünü merak etti. Bu konuyu ona da açmıştı; net bir cevap alamasa da arkadaşının ne düşündüğünden oldukça emindi: Eve gidince, ev arkadaşına "şu çocuk da ne garip ya, bütün gece saatlerce konuştu yok hayatmış yok insanlarmış, bir yerden sonra insanın kafası şişiyor valla" diyecekti.

Kulağına müzikçalarını taktı. Yaklaşık 7 yıldır aynı şeyi yapıyordu, Taksim gecelerinden sonra çakırkeyif şekilde metroyla evine dönerken müzik dinlemek hoşuna gidiyordu. Hayallerinin gerçekleşebilir olduğuna en çok inandığı zamanlar o anlar oluyordu. Bu mutluluğun daha uzun sürmesi için eve gidince yatmadan önce bir kadeh daha içmeye karar verdi.

Aslında böyle yoğun zamanlarda yetiştirmesi gereken işler varken, ya da en azından işinde lazım olan şeyleri çalışıp öğrenmesi gerekirken içmek vicdan azabı veriyordu, ama çok yorgun hissediyordu kendini, özellikle de zihinsel olarak. Alkolün sağladığı "her şeyi başarabilirsin, hiçbir şey için de geç değil" duygusunu seviyordu. Öyle ki, normal zamanlarda işten bunaldığı ve yapması beklenen şeyleri uğraşıp da yapamadığı zamanlarda oluşan hayal kırıklığı, onu hep "Neden hayatta en çok sevdiğin şeye yönelik bir işte değilsin ki? Müzikle ilgilenmeliydin, önemli olan en çok zevk aldığın işi yapman" düşüncesine iterdi. Normalde müziğe mesleki olarak yönelmek için artık çok geç olduğunu, onun sadece boş zamanlarında eğlenilecek bir hobi olarak kalacağını düşünürdü, ama alkol aldığı zamanlarda düşünceleri, imkanı olsa yaptığı işten istifa edip hemen bir üniversitenin müzik bölümüne girmek için uğraşacak kadar ileri gidebiliyordu.

Metrodan inip kafasında bu düşüncelerle yürürken, önünden geçtiği sanat galerisinin vitrininde saksafonuyla konser veren bir adam resmi gözüne çarptı. Bunu "Bu sana bir mesaj, bu düşündüklerin her Cumartesi gecesi filizlenip her Pazar sabahı ölen bir hayalden öteye geçmeli artık" olarak yorumlamayı çok isterdi, ama mesajlara inanmazdı. Tek inandığı şey, içinde, derinlerde bir yerlerde, bir gün gerçekten canına tak ettiğinde her şeyden vazgeçip bu hayali kovalama isteğinin bir şekilde saklı olduğuydu. Adeta o gün aslında hiç gelmesin isteyip bir yandan da o güne kavuşmak için yanıp tutuşuyordu. Her şeyi, yıllarca aldığı eğitimi, çektiği yorgunluğu sanki hiç olmamış gibi bir yana bırakmaktan çekiniyordu. Keşke farkına varsaydı, bu şekilde hiç mutlu olamayacağının..

Evine varmak üzereyken kulağına gelen gitar solosuyla irkildi ve düşüncelerden sıyrılıp müziğe odaklandı. Jimmy Page kendinden geçerken tek düşündüğü "keşke senin kadar iyi gitar çalabilseydim" oldu.

Tam bu sırada görevli, "tövbe estafurullah" eşliğinde, metroya girerken çöp kutusuna attığı bira şişesini topluyordu..

Kafamdaki kendimin bile yazıya dökemediği şeyleri başka bir yerde okuyunca en azından düşüncelerimde yalnız olmadığı hissediyorum.

“ I know what it’s like to want to die. How it hurts to smile. How you try to fit in but you can’t. How you hurt yourself on the outside to try to kill the thing on the inside."

— Girl, Interrupted

Bloody right

 


12 Temmuz 2010 Pazartesi

Boşluğu dolduramadım.

Bir yanda çok yoracak, sonuçta insanlıktan çıkaracak ama her zaman sığınacak bir liman olan ve tatmin edici miktarda para sağlayacak bir meslek, diğer yanda insan olmanın acısı ve bu farkındalığın mazoşist güzelliği. İlk seçenek aslında perde çekiyor hayatının önüne, yararı da burada başlıyor: Başına ne gelirse gelsin o var. Çalış anasını satayım bütün gün, işin ne! Hem çalışmak falan kötü düşünceleri başından savıyor, sonuçta bilgili ve paralı bir adam oluyorsun.

Bir de diğer açıdan bakalım: sonuçta asosyal ve sıyırmış bir adam oluyorsun. Ama kesinlikle mutsuz olmuyorsun, acını alıp götürüyor bir nevi. Ne uğraşcaksın dünyevi şeylerle! Bütün gün müzik dinle, müzik yap, kitap oku, bas git uzaklara, denizi seyret falan. Sonra iyice bunalt kendini durduk yerde, bir de adını "yok insan acı çekmek için vardır, acılar bizi olgunlaştırır" bilmem ne koy. Bunalımdasın ve rahata kaçıyorsun bence, başka bir şey değil. Ona bakarsan hayattan bunalmak için anında 100 şey sayabilirim, sürekli onları düşüneceksek işimiz var.

Kısacası önümde iki seçenek vardı. Ben ............... seçeneği seçtim.

2 Temmuz 2010 Cuma

Mezuniyet Balosu

İçten fikirlerimi söyleyeyim; bölümümüz hiç bir yerde görülemeyecek bir ayrıcalıkla "Mezunlar Gecesi" adlı çok uygun fiyatlı, sınırsız yemek ve içkinin olduğu bir gece yaptıktan sonra, bir de zaten kep atma törenimiz de olacakken, bu çok gösterişli ve pahalı Sapphire gecesine gerek yoktu. Bu tabi benim fikrim. Böyle bir gece daha tabi yapılabilir, ama Sapphire'de değil de daha sıcak bir ortamda daha eğlenceli ve makul olabilecek bir Kumkapı ya da Çiçek Pasajı fasılı daha güzel olabilirdi. Ama hep beraber olacağız, belki de son defa hepimiz birlikte olacağız, o yüzden ne kadar yoğun ve isteksiz olursam olayım katılmamak olmaz.

Bundan kellidir ki, bu akşam insan gibi içmeyeceğim. Belki de her şey gittikçe sıkıcı ve yoğun olmadan önce son kez..

27 Haziran 2010 Pazar

Mezunlar Gecesi hakkında iki çift sözüm var.

Zevkler tartışılmaz, tartışılamaz. SerdarOrtaçvari müziğin Beatlesvari müzikten daha kötü olduğu bilimsel olarak kanıtlansa bile, bu o müziğin sevilmeyeceği anlamına gelmiyor. Sen saygı sınırlarını aşıp olayı SerdarOrtaç-severlere küfür etme boyutuna getirsen de bu bir şey değiştirmez, en fazla seni düşürür. İnsanlar değişir değişmesine de, sen değiştiremezsin insanları. Zaten asıl maharet farklı düşünenlerle geçinebilmekte, ki bunun en güzel örneğini bizim bölümde gördüm ben. Kısacası insanların dinlediği şeylere saygı duyarım, o şeylerden nefret etsem bile. "Metal ne abi allasen" gibi şeyler diyorsam da klişeleşmiş geyiklerden ötürüdür, yoksa metal yapmak kolay mı.

Dün hepimiz acıyla tecrübe ettik ki, classic rock çalan bir grup, herkesin maksimum şıklıkta olduğu, gayriresmi ama çok ciddi bir mezunlar gecesinde sahneye çıkmamalı. Kötü mü çaldık? Hayır, yani her zamanki kötülüğümüzde çaldık. Zaten nota kaçırmayalım, her şey mükemmel olsundan ziyade, çok eğlenelim sahnede zıplayalım enerji saçalım, müzik kusursuz olmasa da olur kafasıyla çalarak kendimize az çok bir yer edinmiştik. Aramızda virtüöz falan yok, hatta ben gitar çalıyorum desem gitaristlere ayıp olur. Neyse uzatmayayım, kısacası kendini izleten bir grubuz tecrübelerimden çıkardığım kadarıyla, "abi adamlar çok iyi çalıyor"dan çok "abi adamlar eğlendiriyor"u tercih eden insanlara yöneliğiz. Bu nedenle bir mezunlar gecesi için uygun olabilirdik aslında. Tabi bizi hep rock dinleyicisi izledi bugüne kadar, ilk defa her kesimden insanın olduğu bir ortamda çaldık (bir üniversite mezunlar gecesi, her telden insanı toplayabileceğin yegane yerdir herhalde).

Dün gece olan şeyi az çok öngörüyordum, mezunların ve mezun olacakların müzik zevkini 4 senede az çok öğrendim. Sonuçta damdan düşer gibi çıkmadık biz de, ne çalıp çalmayacağımız belliydi, organizatörlerle çalınacak şarkılara kadar önceden paylaşım yapıldı, bir sıkıntı olacağı söylenmedi. Buna rağmen dün gece konser genel bir memnuniyetsizlik oluşturdu ve sahneden erken inmek durumunda kaldık. Bu da anlayışla karşılanabilir, önceden dediğim gibi müzik tarzı ya da konsepti, hoplayıp zıplamamız falan böyle ciddi bir gecede insanların hoşuna gitmemiştir vs. Sonuçta organizatörler de okuldaki insanların bu kadar "bunalacağını" öngörmemiş olabilirler.

Benim dert ettiğim, biz indikten sonra bunalan insanları kendilerine getirmek için DJ'in anında girdiği şarkıların daha yüksek volümlü ve daha sert Hande Yener - Serdar Ortaç vs. dance mixlerinden oluşmasıydı. Ha ben de (alkolün etkisiyle) dans ettim o müziklerde, eğlendim de. Bir yandan Serdar Ortaçla dalga geçerken bir yandan adamın bütün şarkı sözlerini bildiğimi farkettim hatta. De işte, bizim müzikte de dans ediliyordu be, çoğu zaten blues - rock'n'roll kalıbında şarkılar. Yani "kafamız s.kildi" bahanesiyle geliyorsan DJ'e hafif çalmasını söylersin, Pink Martini falan çalar.

Neyse, hâlâ bir akşamdan kalmışlık var, pek cümle kuramıyorum. Yine de organizasyon çok güzeldi, ses sistemi ve sahne beklentilerin de ötesindeydi. Oğuz Abi'ye yakından ilgilendiği için ve WIB Club'a bugüne kadarki en iyi mezunlar gecesi organizasyonunu yaptığı için teşekkür ederim, gayet eğlendik =)

*Kıssadan hisse neymiş? Bu tip gecelerde canlı müzik için para harcamaya gerek yokmuş (biz zaten almadık da, o sahneye sisteme giden paraya yazık..). Pink Martini vs. ile hafif ve enstrümental başlayıp, alkolün dozu arttıkça Serdar Ortaç - Hande Yener - İbrahim Tatlıses mixleriyle ortam ısıtılıyormuş. Sıfır maliyet, bol eğlence. Kötü niyetli söylemiyorum ha, üçü de dünya tatlısı insanlar, çok güzel müzik yapıyorlar. Ciddiyim. İbo'nun sesi çok iyi mesela. Hem babamın bir sözü var İbo'yla ilgili: "İbrahim Tatlıses Avrupa'da doğmuş olsaydı gelmiş geçmiş en iyi tenör olurdu". Öyle işte.

22 Haziran 2010 Salı

Led Zeppelin



Birbiriyle alakasız arkadaşlarımın farklı ortamlarda Led Zeppelin dinlerken beyinlerinden damlayan, "düşünülmeden" söylenmiş sözler. Biriktirdim, yazıyorum:

- Fucking Robert Plant. He's the Beast. Noone can come close to him. - Bir İngiliz müzisyen

- Ben bunun kadar "seksi" notalar çalabilen bir gitarist daha duymadım.

- Plant ve Page'in karşılıklı spontan atışması. Sanki bununla doğmuşlar. Adamlar müziği bildiğin yaşıyor abi. Bunları artık yapamıyorlar be.

- Page çalarken notalara düşünmeden basıyor, böyle hızlı hızlı önüne ne gelirse paldır küldür. (Bu araya karışmış. Ozan Çanak söyledi. Linç serbest.)

 * Led Zeppelin sadece Robert Plant ve Jimmy Page'den ibaret gibi yazmışız, biraz ayıp olmuş. Neyse artık.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Bir yaşıma daha girdim.

Hem de sadece 5 kuruş!


İki Arkadaşım


Yüzlerini en çok gördüğüm iki arkadaşım. 
Tatlarını en çok sevdiğim iki arkadaşım.
Beni en ayık tutabilen iki arkadaşım.
Soldaki biraz daha ağır abidir, sağdaki ise bir dediğimi iki etmez, pamuk gibi.
Her gece sınavlara beraber çalıştık, beraber çeviri yaptık, okulu beraber bitirdik.
Sizi seviyorum, ve hiç bırakmayacağım.

15 Haziran 2010 Salı

The Thrills

Bence ve 60ların müziğini, özellikle Beatlesvari grupları sevenlerce, o tada en çok yaklaşan muasır gruptur kendileri. Şahsen şu aşağıdaki iki şarkıyı dinlerken hissettiğim "sıcak"lığı bir tek Beatles dinlerken hissediyorum, nitekim dünyanın en güzel şarkıları falan da değiller, hatta sıradanlar belki de. Ama "sıcak"lar.



Indieleşiyorum muntazaman.

The Cure Etkisi

The Cure'u her dinleyişte alkol almayı istemek, ama her seferinde alamayacak kadar vicdan azabı duymak, ve sırf alamadığından, yine de işini yapamamak. Ne alkol aldığınla kalmak, ne de işini yaptığınla...


Mart'10




12 Haziran 2010 Cumartesi

Glen Hansard ve Gitarı


Bu, Glen Hansard; İrlandalı bir müzisyen. Markéta Irglova'yla Once adlı filmde oynamış, oynarken gerçek hayatta onunla sevgili olmuş, yani filmin o muhteşem şarkılarını gerçek duygularla yapmış bir adam. Film boyunca gitarını elinden düşürmüyor. Bu gitar aynı zamanda tüm konserlerinde kullandığı, bestelerini yaptığı gitar(mış). Ünlü olmadan önce sokaklarda "busking" yaptığı zamandan beri kullanıyormuş.

Asıl merak ettiğim, acaba bu Takamine marka gitarın yaşamı nasıldı? Yani hikayesi ne; zira o delikleri açabilmek için uzun süre pek bi haşin çalmak gerekiyor (Gerçi filmdeki bir kaç sahneden aşinayız, şarkılarda derdini kusarken bağırmayı ve gitarın tellerine aynı oranda vurmayı seven bir adam). Ve daha da önemlisi, bu neredeyse kırılmak üzere olan gitarın Hansard için önemi ne? Ve neden tamir ettirmiyor, manevi değeri o kadar yüksekse de neden bu kadar kırılgan bir hale gelmiş gitarı kullanmaya devam ediyor? Zira benim için çok şey ifade eden böyle "sanat eseri" bir gitarım olsa bırak kullanmayı, en yalıtılmış ortamlarda saklardım.

Acaba gitarının bu halini ısrarla göstererek bir şey mi anlatmaya çalışıyor? (Sanırım bize bir şey anlatmaya çalışıyor :p).

Yok ya, adam derin merin de, bu kadar düşündüğünü sanmıyorum üzerinde. Sahnede "delik" bi gitarla şekil duruyor, sırf o yüzdendir =)

iPod

Çok sevdiğin eski mp3-player'ın yaşlanmanın getirdiği komplikasyonlarla bozulmuştur ve yenisi gereklidir. Öyle iPod'da falan gözün yoktur da, yurtdışındaki birine getirtirsen hafıza boyutu vs. özellikleriyle fiyat/performans açısından en uygununun bir iPod olacağını görürsün ve alırsın.

Eh, iPod çok kırılgan alettir, bir iki kere yere düşürüp bi yerlerini çizince için gider, bari buna bir kılıf alayım dersin. Sonra  aldığın 5 TL'lik kılıfın hakikaten tırt olduğunu görürsün, elinde paralanır. İnternette biraz araştırınca mik-kem-mel aksesuarlar bulursun. Fiyatları da gereksiz yere tuzludur ama iPod'una çok yakışacaktır. Almaya karar verirsin..

iPod alıp bir de onu gelin gibi süsleyen insanları, "tikileşme" sürecini daha iyi anlıyorum artık, en azından teknolojik alanda olanını. Daha çok da Apple'ın stratejisini anlıyorum, gerçekten diğer herhangi bir markaya göre çok daha fazla benimsiyorsun Apple ürünlerini, artık fiyatından mıdır nedir =) Yok yok, gerçekten özellikle yazılım açısından kullanması zevkli ve kolay ürünler üretiyorlar.

Ama şu linkteki şey hakikaten güzel değil mi, özellikle elektronik aletlerini çok çabuk eskiten insanlar için:

iPod nano 5G kılıfı neyin

10 Haziran 2010 Perşembe

Patlıcan

çok güzel.

[Bir şeyden aylarca hiç bahsedilmeyip, o şeyin bir gün içerisinde farklı gruplarda dile getirilmesi ve bütün gün alakasız şekilde onun düşünülmesi de ilginç değil mi? Patlıcan'ın ne kadar güzel bir sebze olduğu mesela.]

7 Haziran 2010 Pazartesi

Hakkaten lan.

"şu an dünyada aynı şeyleri düşünen
kaç insan vardır acaba
diye düşünen kaç insan vardır mesela"

metüst

3 Haziran 2010 Perşembe

Fikirler - 3

1. Kahve severler, daha doğrusu kahve bağımlıları (kanımca kahvenin bağımlı yapma gücü bir alkol ya da sigaradan daha çok) diledikleri kahveyi rahatça seçebilsinler diye, satılan kahvelerin kafein oranları net şekilde yazılsın. Öyle "mild", "strong" yazmakla olmuyor. Jacobs'un strongunu içiyosun, bana mısın demiyor. Nescafe'nin Alta Rica'sını içiyorsun, çarpıntı yapıyor. E her ikisinin de üzerinde "strong" yazıyor, bu mudur yani.

2. Belirli bir şeyi takıntı noktasında koleksiyon yapan insanlar için (örneğin bir grubun çıkardığı ne kadar orijinal albüm, LP, ürün vs. varsa biriktirenler, hatta artık tarihte kalan grupların az bulunan plaklarını biriktirenler) geliyor (ya da note to self): Bir insana, özellikle de sevgiliye koleksiyonundan bir parça verdiysen, sen o insanla "yakınsındır".

Bence bu daha çok genellemeye müsait: Mesela onun yanında gaz çıkarmak da sorun olmayacaktır. Ve onunla her şeyi, ama her şeyi konuşuyorsundur. Kendi kendinleyken olduğundan bile daha az kontrol etmeye başladıysan kendini onunlayken, bu çok sık bulamayacağın bir şeydir. Bunu kaçırma.

3. Yapacak bir dolu önemli iş varken (mezun olmanın bağlı olduğu, sadece saatler sonraki bir tez sunumu gibi) aylaklık yapmanın, blog yazmanın verdiği zevki hiçbir şeyden alamadım.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Çevir(me) 2

Daha önce 13 satırlık cümle çevriltilir mi demiştim, halt etmişim. Çevirtmek zaten saçma, onu geçtim 22 satırlık cümle de gördüm ya bu hayatımda, kendimi artık şanslı azınlığın içinde görüyorum. Ne sinir ne stres kaldı yeminle, saygım arttı patent yazan insanlara.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Çevir(me)

Hangi insan evladı 13 satırlık cümle yazar ve bir de çevirtir? Çevirmenin o cümleyi çevirirken çekeceği acıyı ve 1 saat tek cümleyle uğraşıp karşılığında kazanacağı kuş kadar parayı düşünüp zevklenecek bir kişi olabilir.

Gönül o cümleyi buraya ibret olsun diye koymayı o kadar çok istiyor ki ama olmuyor işte, bir de işimi kaybetmeyeyim diyorum. Zira bir tek o kaldı.

23 Mayıs 2010 Pazar

Fool's Day


7 yıl sonra gelen yeni Blur şarkısı. Çok güzel şarkı da, melodisi "I just died in your arms tonight"a çok fazla benzemiyor mu yahu..

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Pacman


Çok hoşuma gitti bu resim. Orjinal Pacman'de 256. tura gelince oluyormuş. Nedeni daha çok hoşuma gitti aslında, geçilen tur sayısı 1 byte'ta saklanıyormuş, 255 tur aşılınca da integer overflow'dan yukarıdaki bug oluşuyormuş. 2 gündür Google'ın doodle'ı sayesinde teknolojinin ne kadar geliştiğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Herifler 30 yıl önce, bugün bayağı dandik gelen bir sebepten oyunu ancak 255 turluk yapabilmişler, şimdi yapılanlara bak. Ben de bu yaşta böyle diyorsam babam falan n'apsın o zaman, adam doğduğunda "bilgisayar" diye sözcük yoktu Türkçe'de..

Yine de, şu oyunun orjinaline yetişemesem de, ilk gameboy'larda oynayabilmek için fellik fellik aramaktan, bir arama motorunun logosuna basitçe yerleştirilmesine uzanan sürece, daha 22 yaşında olmama rağmen tanıklık edebilmek güzel. Yine de teknolojiyi sevmiyorum, ilgilenmek durumunda olsam da. Bu da ne biçim bir tutarsızlıksa.

Neyse güzel bu, küçüklüğümü hatırlattı. 70'lerde doğanlara hatırlattıklarını düşünemiyorum bile, bildiğin hüzünlenmişlerdir.

Bir de; bu bug olmasa, hakların bitmediği sürece teknik olarak sonsuza dek gidiyormuş Pacman =)

29.12.2010'da gelen ekleme: The IT Crowd'ın S01E04'ünde, üzerinde yukarıdaki resimden olan tişört giyiyor Roy. Çok beğendim, nereden bulabilirim acaba...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Değişim

Kendimin, insanlar değişmez diyenlere tokat gibi bir cevap olduğunu düşünüyorum. Tabii ki bu değişim her zaman iyi yönde oluyor değil malesef. Yine de...

16 Mayıs 2010 Pazar

Merhum çok güzel tespitlerde bulunmuş vesselam.

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.

WILLIAM SHAKESPEARE

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Tam 3 yıl önce bugün

Gerçi geçti biraz, 11 Mayıs olacaktı.

Pek güzel bir gündü, Herr Knöll vardı, Hilal vardı, okulda grubumuz vardı, rock'n'roll yapıyoduk.

Kadıköy'de provaya gidiyorduk, sahneye çıkıyorduk. Sonra içiyorduk. Yazın gideceğimiz Lüneburg'a hazırlanıyorduk. Daha 1. sınıftaydım, her şey ne kadar da rahattı. Tek sorunum 50'nin altında aldığım nottu. Hayat yaşanasıydı.

Aha şunu yazdım: "22 yaşındayım, 3 yıl öncesine "geçmiş ve bi daha hiç gelmeyecek" olarak bakıyorum, çok acı durumumuz var ya.."

O günlerin bir daha gelemeyecek olması ne kadar da üzücü. Geçmişe özlem duymak ne kadar garip..

7 Mayıs 2010 Cuma

Adam yazmış.




ÖZLEDİM SENİ...

Özledim seni...
Ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
Beynimi uyuşturuyor özlemin...
Çok sık birlikte olmasak bile
Benimle olduğunu bilmenin
Bunca zamandır içimi ısıttığını
Yeni yeni anlıyorum.
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp
Mütemadiyen bir boşluğa
Sabahları seni okşayarak başlamaları
Akşamları her işi bir kenara koyup
Seninle baş başa konuşmaları özlüyorum;
Oynaşmalarımızı,
Yürüyüşlerimizi,
Sevimli haşarılığını,
Çocuksu küskünlüğünü...
Nasıl da serttin başkalarına karşı
Beni savunurken;
Ve ne kadar yumuşak
Bir çift kısık gözle kendini
Ellerimin okşayışına bırakırken
Gitmeni asla istemediğim halde
Buna mecbur olduğunu görmek
Ve sana bunları söylemeden
''Git artık'' demek
''Beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
Kavuşacaksın mutluluğa''
Demek sana nede zor
Seni görmemek ve belki yıllar sonra
Karşılaştığımızda
Bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
Yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek...

Can Yücel



4 Mayıs 2010 Salı

Zaman (2)

Zaten pesimist bir yapım var, her şeyi dert edebilen insanlardanım. Hayatın aslında düşünülenden, yaşadıklarımızdan, en sevdiğin eşyanın kaybolmasından, okuldan, iyi bir işten, paradan, kötü şartlarda yaşamaktan, iyi şartlarda yaşamaktan çok daha farklı bir şey olduğunun farkındayım. Yani aslında hiç bir neden yokken bile, ve her şey kötüye gidiyor gibi hissederken bile, mutlu olmak için çok neden var; yaşıyorsun ya! (Bunu somutlaştırmama Talar yardımcı oldu aslında. Somutlaştırma tamam da, benimseme ve o şekilde yaşama kısmına henüz adapte olamadım.)

Yaşamanın anlamlı olmaya en yakın noktası sanırım şu kısa alıntıda geçiyor:

"...Yazıyı tekrar okuyunca bir eksiklik hissettim. Tüm bu yazdıklarımı tek başıma yapmadığımı, yapsam da o kadar keyif almadığımı fark ettim. Hep bunları gösterecek birilerini, birlikte gülecek, yuvarlanacak birilerini arıyormuş demek ki insan. Boşluk ne garip...."

Belki olayı salt alışkanlıkla açıklamak gerekir. Bence bu yine de kaçış olacaktır, olay alışkanlıktan çok daha öte bir şey. Olay, "birine o kadar çok bağlanmak ki, o gidince boşlukta kalmak". Günün 24 saatini başında geçirdiğin Playstation 3'ün bir anda bozulunca düştüğün boşlukla aynı değildir herhalde.

Bugün pek bir sezyum oldu. Bu sözünü sakınmayan, kendi jargonunu kendi yaratan, neşeli - anı yaşayan ama bir yandan da dolu kafalı mizah yazarı 2 ay kadar önce karısını kaybetti. Çok ani bir rahatsızlık sonucu, çok gençken ve yeni evlilerken hem de.

Yazıları, olayın hemen ardından bile tutuk değildi, aynı neşesine kaldığı yerden devam etti. Tek farkla, yazılarını artık genelde vurucu bitiriyor. Yine kendi neşeli diliyle bitiriyor, gerçi öyle yapması insanın içine daha çok işliyor. Çünkü biliyorsun, adam bayağı duyarlı biri. Daha suratındaki gülümseme kaybolmadan çat! yapıştırıyor. Böyle bir olay karşısında nasıl hala "manita, 31, fuck fick" falan yazar diye düşünüyorsun. Belki unutmak için normal davranmaya çalışıyordur diyorsun sonra.

-Yazı çorba oldu.-

Birinin geri gelmemek üzere çekip gitmesi, maddi ve/veya manevi ölümü yani, sen ne yaparsan yap düzeltemeyeceğin bir şey. Sadece güçlü olmaya çalışıp, en az derecede etkilenmeye çalışırsın. Tıpkı depremi engelleyememek ama zararı en aza indirmeye çalışmak gibi. Bunu düzeltebilecek tek şey, her kötü olayda sığınılan, sınırsız, ücretsiz ve aşırı tüketimi laksatif etkiye neden olan bir ilaç; zaman.

Kaan Sezyum

"Anılar, uzun uzun boş bakışlara dönüyor."

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Fikirler - 2

  • Metro duraklarına bira otomatları konsun.
  • İnsanı rahatlatan, tasaları unutturan, iyi hissetiren alkol gibi maddelerin etkisi tam istediğimiz zaman geçsin, bizi işlerimizden alıkoymasın.
  • Tadı, içimi bira kadar güzel olan ama daha hızlı ve yerinde kafa yapan, amelelik yaratmayan bir alkol keşfedilsin.
  • İnsanlar alkollüyken, -isteğe göre- alınlarının ortasında küçük bir uyarı ışığı belirsin, kişi alkollüyse turnusol kağıdı gibi hemen belirtsin. Diyaloglar buna göre gelişsin.

Fikirler - 1

Durmadan aklımda çakan saçma, imkansız fikirler, hayat üzerine istekler, hayaller, aforizmalar:

Her okuyan farklı anlayacaktır eminim ki, ama en azından "alkolik rockçı işte, nolacak" gibi düz bir düşünceyle yaklaşılmazsa daha iyi, zira adamlar zamanlarının en yetkin müzik grubuydular. "Çok kişi seviyorsa iyidir" demek istemiyorum (zaten o durumda Serdar Ortaç da iyi olurdu), ama yaptıkları şey "sarhoş rockçılık"tan öte bir şey deyü düşünüyorum:
 
Tam bir alkolsever olan, 60lardan İngiliz The Who davulcusu Keith Moon, bir konserleri sırasında aldığı alkolün ve sakinleştiricilerin etkisiyle bayılır. Roadielerin ayıltma çabaları sonuç verir ve 15 dakika sonra The Who tekrar sahnededir. Ancak bir kaç şarkı sonra Moon tekrar bayılır ve bu sefer ayıltılamaz. Konseri erken kesmek istemeyen diğer grup üyeleri [1], seyirciler arasında davula geçip gecenin sonuna kadar kendileriyle çalabilecek biri olup olmadığını sorar [2]. Günün erken saatlerinde konser alanına gelmiş ve sahnenin tam önünde konser saatine kadar beklemiş [3] iki The Who - sever gençten birisi atılarak yanındaki arkadaşının davul çaldığını ve onun sahneye çıkabileceğini görevlilerden birine söyler. Bunun üzerine çocuk sahneye çıkarılır ve davulun başına oturtulmadan önce, sinirlerinin yatışması amacıyla çocuğa bir shot brandy içirilir [4]. Böylece 19 yaşındaki Scot Halpin, Keith Moon'un yerine oturarak kalan şarkılarda gruba eşlik eder.

Uzun süredir ilk defa davul başına oturduğundan ve heyecandan şarkıları tabii ki kusursuz çalamaz, ancak konseri gayet iyi bir şekilde sürdürür ve grup üyeleri tarafından beğeniyle karşılanır, hatta solist Roger Daltrey, daha sonraları Scot'un yeteneğinin profesyonellerin gözünden kaçtığını söyler [5]. Scot, konser sonrasında arkadaşıyla kulise davet edilir ve kendilerine hatıra amaçlı birer konser sweatshirt'ü verilir [6].


İşte, hayatın tam olarak numaralandırdığım 6 noktadaki düşüncelerdeki kadar saf, iyi niyetli, yardımsever, sevgi dolu, pozitif, spontan olmasını isterdim. Yapmak bizim elimizde mi? Bence pek değil..

29 Nisan 2010 Perşembe

Kadim Morla

"... Her şey durmadan yinelenir, gece gündüz, yaz kış. Dünya boş ve anlamsızdır. Her şey bir çemberde döner durur. Gelen gitmek, doğan ölmek zorundadır. İyilikle kötülük, aptallıkla bilgelik, güzellikle çirkinlik, hepsi birbirini yok eder. Her şey boştur. Hiçbir şey gerçek değildir. Hiçbir şey önemli değildir."


"Çocuk kitabı sanılan, ancak aslında en ağır romandan bile daha çok anlam ihtiva eden kitaplar" kategorisinin ağır toplarından olan Bitmeyecek Öykü'den (Michael Ende) bir kesit.


28 Nisan 2010 Çarşamba

27 Nisan 2010 Salı

Silik


Güzel çizer Kenan Yarar'ın geçen hafta Penguen'de çizdiği köşe. Eternal Sunshine of the Spotless Mind'a farklı bir bakış açısı. Hırçın da bir bakış açısı. Çok beğendim =)

(Tıklayınca büyüyor.)

26 Nisan 2010 Pazartesi

Toplumsal köpek

Şu dünyada izlemeyi en çok sevdiğim şeylerden biri de, tıpkı insan gibi bilinçli hareketlerle kırmızı ışıkta yayalara yeşil yanmasını bekleyen köpekler.

25 Nisan 2010 Pazar

Alkol

Her alkolün yaşattığı hissin birbirinden farklı olduğunu düşünüyorum. En azından bende öyle oluyor. Mesela annemin vişne likörü çok düşünmeme, hayatımı sorgulamama falan neden olurken, rakı tam bir perde çekiyor, herhangi bir şey düşünmüyorum bile. Biranın yaşattıkları ise o anki halet-i ruhiyene göre şekilleniyor sanki, bir de miktarına göre. Alkol oranı düşük, naparsın.

Bu farklar gittikçe keskinleşiyor da; artık sıkıntılı anlarımda bir karar vermem gerektiğinde vişne likörü, sadece kafamı boşaltmak, üzüntüye odaklanmamak istediğimde rakı içeceğim.

Çok saçma aslında, ya da olmayabilir de. Kimyadan anlayan birine sormak lazım. Bir de insandan anlayan..

Zaman

Mesela diyorum ki:

Birinin kol saatini 10 dakika ileri ya da geri alsak, ama hangisini yaptığımızı o kişiye söylemesek, kaç saat, hatta kaç dakika dayanabilir ki bu duruma? Hani saat ileri olsa sorun değil de, geri olma ihtimali içini yiyecektir ve kısa bir süre sonra doğru bir saat aramaya başlayacaktır. En kötü ihtimalle (daha doğrusu en iyi ihtimalle) aynı gün içerisinde saatinin doğru olmasını gerektirecek bir işi vardır.

Zamana bu kadar bağımlıyız, hiç rahat değiliz işte; nefret ediyorum.

24 Nisan 2010 Cumartesi

İş Bankası

Anneme gelen mektup:  "Size özel sunduğumuz birçok fırsat ve hizmete rağmen bankamız üzerinden gerçekleştirdiğiniz işlemleri yavaş yavaş azalttığınızı görüyoruz. Sizi yeniden aramızda görmek istiyoruz ve İş Bankası'nın kolaylıklar dünyasında yine ......" falan fıstık. Şu ilk cümle bayağı garip. Adamlar azarlamış adeta. Tabi azaltacağız lan, elimizi verdik kolumuzu kaptırdık.

Bu kadar  laftan sonra yine de en edeplisinin (en azından bu mektuba kadar) İş Bankası olduğunu söyleyebilirim. Öğrenciysen ve ATM'den işlem yapıyorsan fazla dürtmüyorlar. Tabii kötünün iyisi. Keşke hiç bankaya ihtiyaç duymadan yaşayabilsek. Hani yaşayacağım da, ya maaş oraya yatar, ya da bir şey almak istediğinde senet yapmazlar ama kredi kartına taksit yaparlar. Naparsın ki.