Featured

Carl Sagan ve Marihuana Üzerine

Bu makale, 1971'de yayımlanan Marihuana Reconsidered (Marihuana Gözden Geçirildi) adlı kitap için 1969 yılında yazıldı. Sagan o yıllarda...

29 Eylül 2010 Çarşamba

İki versiyon

1) "En son ne zaman mutlu hissetmiştim lan ben" diye düşünüp bulamadığınız oldu mu hiç?

2) En son ne zaman mutlu olduğunuzu hatırladıktan sonra "piuuv yıl dönmüş lan" dediğiniz oldu mu peki?

Asıl sorum şu: 1 mi daha kötü, 2 mi?

28 Eylül 2010 Salı

Deme

bana sakın "bu kadar üzme kendini, bu senin suçun değil" deme
benim suçum olsun istiyorum
buna inanmak istiyorum
böylece sürekli çabalayabiliyorum
biliyorum bir işe yaramayacak, ama böylesi benim açımdan daha iyi
ya gerçekten benim yapabileceğim bir şeyden ötürü değilse
böyle olmasının nedeni
o zaman kahrolurdum işte
elimde olmadan bazı şeylerin bozulması duygusu daha iğrenç
öyle olduğuna inanmak istemiyorum
öyle değildir umarım
bırak benim hatam olsun
nefret edilecek biri olayım
böylece düzeltmeye çalışayım


27 Eylül 2010 Pazartesi

Dünyanın en güçlü şeyi,

akşam akşam oturup yetişmesi gereken işlerle uğraşırken, çalmaya başlayınca işi bıraktırıp evdeki en kuvvetli alkolü açtıran şarkıdır.

26 Eylül 2010 Pazar

School is for lazy people

desem çok mu iddialı bir cümle kurmuş olurum? Birincisi cümle aklıma İngilizce düştü, o nedenle o şekliyle yazdım. İkinci olarak da; okulda olmanın - istediğin şeyi okuyor olsan bile - insanı tekdüzeliğe, kurallara alıştıran, yaratıcılığı tamamen yok eden bir yanı var. Özellikle sosyal bilimler veya sanat okurken ortaya çıktığını düşünüyorum bunun.

O yüzden yapmak istediği şeyi "alaylı" olarak öğrenenler çok daha güzel yapıyorlar o işi, çok daha severek, gereksiz ıvır zıvırdan arınmış, odaklanmış şekilde.

Okul tembeller içindir. Alışılagelmişliğin rahatlığını, rahat olmanın kolaylığını, yaratmamanın ama sürünün arasına karışıp gitmenin basitliğini sevenler içindir.

Ben de seviyordum okulu, kıçımı kaldıracak, yaratacak gücü bulamıyordum çünkü; ve rahatlığın çok güzel bir yanı vardır, hiç bırakmak istemezsin, sıkılmış olsan bile. İnsanoğlunun en büyük günahlarından biri: rahat olmak, alışılageleni sevmek. Ödev mi var, yap; sınav mı var, çalış; peki tüm onlar ne işime yaradı, tekdüze anlamsız, bir çoğu gereksiz şeylere çalışarak vakit kaybetmemden başka?

Eğitim çok lazım, ama okul denen şeyin bayağı köklü değişmesi gerekiyor bence.

"O yatınca hemen uyuyordur."

Selçuk Erdem sık sık kullanırmış bu lafı bir takım insanlar için. Ne kadar güzel bir lafmış bu böyle. Ne zamandır aklımda olan düşüncelerin insana farklı bir yansıması, hiç bu bakımdan bakmamıştım.

Yeni gündem konum bu: Yatınca hemen uyumak iyi midir?

...

İyidir be kardeşim! Kim istemez yatınca hemen uyumayı..

Kim istemez cahil olmayı, ama farkında olmamayı.

Hiç kedi olmak istediğiniz olmuyor mu ki sizin? Düşünmek istemediğiniz.. Kandırmayın "insan"ı...

Mola istiyorum.

Neden hayata ara verme hakkımız yok?

Herkesin buna ara sıra ihtiyacı olmuyor mu?

Pazartesi işyerine gidince "ben bir süre hayata ara veriyorum, kafamı toparlayacağım biraz, hem zaten bak verimli olamayacağım bu kutularda durdukça. Şu anda önceliklerim değişti, kendimi düzeltmeden bir yere varamam. O nedenle ya bana 1-2 hafta izin verin ya da atın işten anasını satayım. Napayım, bu da can değil mi?" desem cevapları ne olur?

Böyle bir yaşama sistemini kim getirdi dünyaya? İstediğimiz her şeyi yaparken de yaşayabiliyor olsak, "insan gibi yaşayabilmek" için ruhumuzu satmak zorunda kalmasak? Kızılderili misali devam etsek yaşamaya. Sadece doğa ve düşüncelerimiz olsa, yaşamak için yaşasak, diğer hiçbir şey için değil..

"İnsan gibi yaşamak" ne zaman "insanlıktan çıkmaya" ve daha da kötüsü kimselerin bunu görmemesine ve hatta normalleştirmesine vardı?

25 Eylül 2010 Cumartesi

Alkolik Olma Nedenleri

Bugün ekşisözlük'te bakınırken gördüğüm entry. 

Hani bazen insan "şu çektiğim acı ne kadar büyük, kurtulamıyorum çok çaresizim" der ya, işte ben onu çok sık diyorum. Şımarığım o yüzden. Yani sanırım bunu çok sık diyen biri değer bilmez ve şımarık diye tanımlandırılabilir, ben de öyle olduğumu farkettim.

Varmak istediğim nokta, bu tip örnekler görünce "aslında sanırım bu büyük acı kadarını ve hatta daha fazlasını çekenler de var, hatta acıya yaklaşımları bile benimkiyle aynı vay be!" diyip aslında kendi durumumu abarttığımı düşünüyorum. Kendimi bazen tam bir "drama queen" gibi hissediyorum (Bu sözcüğü karşılayacak Türkçe bir sözcük olmaması ne üzücü..)

Son zamanlarda "anıları silmek mutlulukları da götürecek, bomboş bir hale gelmektense acıyla karışık güzel anıları tercih ederim"e yönelmeye başladım gerçi. Başka türlü yaşanmıyor çünkü, evet o filmin mümkün olmama gerçeği varsa, durumu olabilecek en acısız ve düzgün şekilde kotarmaya çalışmalısın. Yani "cahillik bilgeliktir"i yadsımak gibi bir şey yaptım ve acılarımla yaşamaktan mutlu olmaya başladım, o acıların aralarında yüzümü ölene kadar güldürecek anılarım da var çünkü. Ve o anıları üretmek çok zor, acı üretmek o kadar kolay iken; özellikle benim gibi evhamlı ve mutlu olmayı kendine adeta haram gören biri için..

"Acılarla yaşamaktan mutlu olmak".. Sonra adama mazoşist diyorlar, ama farkında değiller ki o acılar neler içeriyor. Bir röportajda yüz cümle söyleyen bir sanatçının en alakasız cümlesini çekip manşet yapmak gibi bir şey bu...

17 Eylül 2010 Cuma

Çocukken - Gençken - Yetişkinken

"Çocukken ne salakmışım ya" deriz ya hepimiz, yetişkin olunca da "gençken ne salakmışım ya" demeyiz umarım. Gençlikteki fiziksel enerjiye, "istesem dünyayı değiştirebilirim!" düşüncesine artık sahip olmayıp hala enerjik isteklere sahip olmaya çalışmak kadar acı bir şey yoktur herhalde dünyada. Umarım tecrübe etmem.

Like!

Bugün programlama ilgili bir şey araştırırken çok orijinal bir çözüme denk geldim ve makalenin altında bir "like" butonu aradım. Tabi ki yoktu. Sonra düşündüm "ulan şimdi adama durduk yerde 'güzel yazıymış hocu çok işime yaradı' falan diye de mesaj düzülmez ki, direk beğenip geçecektim işte".. Facebook insanlığı öldürüyor (bir çok yönden öldürüyor, bu yönlerden biri de hayatı kolaylaştırıyoruz diye böyle tekdüze, içi boş, sahte ve yapay bir iletişim konsepti getirmesi). Facebook diye bir şeyin olması kötü oldu bence ya, hiç olmasa daha iyiydi sanki, ama şimdi gitmesi de kötü olur..

16 Eylül 2010 Perşembe

Thoughts of a Dying Atheist

Ateistiz, agnostiğiz, deistiz vs. diye atıp tutuyoruz ya; istersen Nietzsche ol, eğer çok ani bir ölüm yaşamıyorsan (yani artık ölmekte olduğunun, bir kaç dakika ya da saniye sonra öleceğinin farkındaysan) korkudan altına sıçma ihtimalin bayağı yüksek. İstersen dünyanın en iyi insanı olmuş ol, zaten yaptığın kötülüklerden korkmazsın, ölünce ne olacağını bilmemekten korkarsın. Yaşam, evren, her şey gözlemlediğimiz kadardır, çok mantıksız geliyor diye "din, tanrı, cennet, cehennem, ruh, ölümden sonra yaşam vs. yok" demek çok basit. (Olayın tabi daha bir dolu başka yönü de var, ayrı konu.) Ama milyonlarca yıldır üzerinde atılıp tutulan bir konunun sonucunu görmeye çok yakın olmak korkutur insanı (daha doğrusu agnostiği), başka bir şey değil. Çünkü bu öyle bir konu ki, sana ne kadar saçma gelirse gelsin, 2+2=4 kesinliğinde yok diyebileceğin bir şey değil. En kral ateiste bile bir kamera şakası neyin yapsan, adamı Tanrı'nın konuştuğuna inandırsan bir şekilde, adam altına sıça sıça 5 vakit namaza başlar. Çünkü bu metafizik şeylerin böyle bir yanı var insanda, en derinlerde her zaman bir ihtimal bırakıyorsun farketmeden.  Çünkü anlam veremediğin şeyleri açıklamak istiyorsun. (Çünkü insan çok determinist, illa her şeyin nedeni olacak, bir şeye de bir kulp bulmasa ölür..) Belki de genlerimizdedir artık. (Evet bu olabilir. Mesela hiç rüyanızda çok yüksekten düştüğünüzü gördünüz mü? Kesin görmüşsünüzdür. Bilimadamları bunu, ilk insanların sık sık uçurumdan düşerek ölmesi ve bu hissiyatın zamanla beynimize "kazınmasıyla" açıklıyorlar. Ayrıntılarını hatırlamıyorum, hiç araştırasım da yok. Bunu da başka bir güne bırakalım! "Daha derine inemiyorum, metafizik bir güce çok inanasım var!" durumu da buna benzer olabilir.)

Ben söyleyeyim mi ölünce bana göre ne olacağını: Hiç bir bok olmayacak, normal bir karınca, bir eşek nasıl ölüyorsa sen de öyle öleceksin. Hatta "haa ölünce demek böyle oluyormuş" bile diyemeyeceksin. Öldüğünde göreceğin parlak beyaz ışığın bilimsel bir açıklaması var, yukarı falan yükselmiyorsun yani orada, merak etme. Sadece toprakta çürüyeceksin. Hindu, budist ya da biraz marjinalsen yakılabilirsin de. Hayatta kalanlara bıraktıklarınla, fikirlerinle ve davranışlarınla, belki de hissettirdiklerinle yaşayabilirsin en fazla. (+Bu durumda hayatın da pek bir anlamı yok? -Evet ya, yok sanırım.. +Yani, hayatın anlamı başkalarının hayatını güzel kılmaksa, e zaten o da bir hayat ve onun amacı da başkalarınınkini güzel kılmak olacaksa, yine pek manalı değil ki yaşamak konsepti? -Eh o zaman kendine başka bir neden bul!)

Muse'un başlıkta adı yazan şarkısını dinlerken geldi aklıma bu fikirler. Zaten şarkı da bundan bahsediyor az çok. Eh ne diyeyim, haklı. En temizi agnostik takılmak hacı, "bilemeyiz" de geç. En mantıklısı da o hani. Biraz ukalaysan deist, fazla ukalaysan ateist de olabilirsin istersen.

13 Eylül 2010 Pazartesi

ahkucucukgemi.blogspot.com

Last.fm'de görüp tanıdığım (ama tanışmadığım), hatta blogundaki last.fm scrobbler'ını çok beğenip hacıladığım güzel blog sahibi insan. Okuduğun, dinlediğin, yazdığın şeyler çok güzel. Varlığına teşekkür ederim.

İlk defa tanımadığım bir kişiye böyle bir şey yapıyorum. Hem de uluorta! Umarım sitendeki aracı çaldığım için ya da diğer şeyler için kızmamışsındır.

Düzeltme: Taşınmış kendisi:  kacipgitmekvar.blogspot.com

12 Eylül 2010 Pazar

Yabancılaş(ma)!

Farklı olmaya çalışmak bile daha önce milyonlarca kez yapıldı ya, paradoksun kendisi zaten orada ya.

O üzücü geliyor işte bana. Düşüncelerinde yalnız sanıyorsun kendini, hiç değilsin aslında. Peki bu iyi bir şey mi? Her zaman değil. Daha doğrusu, işine gelince güzel. İnsan boktan bir canlı çünkü, benciliz ve götüz. Schadenfreude diye bir şey var Alman felsefesinde, sağolsunlar dünya literatürüne katabilmişler sözcüğü (Haymatlos vol. 2). Sözcüğün anlamı ne mi:

Başkalarına gelen zarardan duyulan mutluluk.

Adamlar gayet açıkyüreklilikle "böyle bir şey var kardeşim, ne kandırıyoruz kendimizi binlerce yıldır, ben buna tek bir sözcük de buldum terimleştirdim de oh olsun" demişler, iyi de etmişler. Götler sürüsü olduğumuz artık resmileşti!

Ne kadar saçma; sonsuz olduğumuzu, hiç ölmeyeceğimizi sanıyoruz. Bir de her şeyin merkezinde olduğumuzu, hem bireysel hem insansal olarak. Bir de her bir bokla etkileşim içerisinde olduğumuzu.

Daha yalnızız ama, etrafımızdakilerin sayısı arttıkça.



Bir şiirle bitirmek isterim:

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.  (O.V)


Şimdi yukarıda yazdıklarımı birbiriyle bağlantılayabilenlere tam 10000 lira vereceğim. Ama var gerçekten bir bağlantısı. Özgürce yazıyorum diye saçmaladığımı sanmayın. Post-modern yaklaşımları sevmem.

Yok mu sizce bir bağlantısı? Bir yekün alalım, kabak gibi ortaya çıkacaktır:

1. Farklılaşma - benzeşme

2. Schadenfreude

3. Yalnızlık

Vee kaçınılmaz son: Yabancılaşma!

11 Eylül 2010 Cumartesi

12 Eylül Referandumu üzerine

Ben de darbelere karşıyım, özgürlükçüyüm, Kürt ve başörtülü haklarını savunuyorum. Gel gör ki dine inanan biri bile değilim. Tek düşündüğüm, ancak barış içerisinde yaşayarak ve farklı düşüncelere saygılı olarak bir yerlere varabileceğimiz. Dinlere, hatta Tanrı'ya inanmadığımı öğrenince benden soğuyan, bana "acıyarak" bakan arkadaşım da oldu, "Bu Diyarbakır'ın şebeke suyuna fare zehri katacaksın asıl, sen çıkmış ne diyorsun!" diyen arkadaşım da. İki kafaya da anlam verebilmiş değilim, ben onları köktendincilikleriyle ve faşistlikleriyle bile olsa kabul edebilmişken, benim onlara bir zararım yokken bana böyle yaklaşabiliyorlar. Keşke her ikisi de görebilse olayın aslında ne kadar basit olduğunu..

Neyse konu bu değil. Sonuçta bağnaz bir hayır'cı da değilim. CHP'yi de pek sevmem. Hatta Kılıçdaroğlu'nun Baykal'dan pek de bir farkı olmadığını görmüş bulunuyoruz. Yine de oy vermeden önce şu adamın dediklerine bir kulak vermeliyiz diye düşünüyorum.

http://www.ntvmsnbc.com/id/25130440/

7 Eylül 2010 Salı

Şarkılar değişmiyor. Biz değişiyoruz.


Eskiden şöyle olurdu:

Ayda bir falan bir şey olur ya da iki bira içer de hüzünlenir, hep dinlediğim bir şarkıyı açtığımda efkarlanırdım. Şarkı farklı gelirdi, "bu şarkıyı bu ruh haliyle dinleyince oluyormuş gerçekten" derdim. O anda hissedilen hüznün çok "içten" bir sıcaklığı olurdu. İnsanın hüzünlenince o tip şarkılar açması da bundan kaynaklanmıyor mu zaten. O, güzel bir hüzün.

Şimdi ise şarkı dinleyemez oldum, her şarkı bir yük. Çok sıkıldım bu durumdan, şarkıların arkada sadece fon müziği olabildiği, anlam yüklemek zorunda kalmadan dinleyebildiğim zamanları özlüyorum...

Şarkı aynı şarkı, bir gün gülümsetirken bir gün nasıl ağlatabiliyor anlamıyorum. Bence güç işte budur, 3 dakikalık bir eserle insanları duygusal olarak kontrol edebilmek.

Sen de mi U2!

Dün U2 konseri vardı malum. Zaten konserin sürprizleri biliniyor, Bono "Egemen Bağış'la köprüyü geçtik" derken istisnasız herkesin yuhalamasından (çok orgazmikti), Zülfü Livaneli'den (acaba kimin fikriydi ve nasıl oldu?) falan tekrar tekrar bahsetmeye gerek yok. Bir diğer ilginç (ama sürpriz olmayan) şey de stada gidiş (Mecidiyeköy'den) - dönüş için toplam 6 saat falan harcamış olmam. Mesela giderken minibüs şoförü yolu karıştırdı diye (o akşamki işin buyken nasıl yolu karıştırabilirsin o da garip gerçekten..) adama küfür eden, üzerine yürüyen bir U2-severle de tanıştık minibüsçe. Lan senin daha sevgi dolu, en azından kavga çıkarmayan bir tip olman gerekmiyor muydu, U2 dinleyen bir insansan? (Demek gerekmiyor, Beatles-sever biri de adam öldürebilir herhalde. O zaman nasıl tahammül edebiliyor ki o müziklere? Hımm..)

Bir de itiraf etmeliyim ki ses sistemini fazla beğenmedim (ben kim oluyorsam?). Bu kadar janjanlı sahneden daha net sesler çıkmasını isterdi gönül, ama sanırım yapabilecekleri bir şey yoktu, zira koca statta herkes duyabilsin diye iki farklı yerde ses çıkışı ve dolayısıyla delay vardı (örneğin sahnede izlediğinle duyduğun arasında şöyle bi yarım saniyelik fark vardı, anlaşılabilen). Eh bir de açıkhava, insan gürültüsü, rüzgar vs. kaliteyi biraz bozmuş olabilir. Basslar kuvvetliydi yine de; sahneye en uzak yerdeydim (fakirim) ama çoğu kez zenci basketbolcu arabasında gibi titredim adamlar bass-ı-verdikçe.

Ben tam anlayamıyorum o olayı, bu kadar gösterişli sahneye gerek var mıydı? Hatta bu kadar tarz değiştirmeye gerek var mıydı acaba.. Evet adamlar şu anda Dünya üzerindeki en aktivist grup, iyi ki öyleler ama ilk kuruldukları zamanlardaki anarşist ruhları artık yok, bu şarkılarına da yansıyor. Artık daha pop - elektronik "are you reaaady"li, "i am going crazy"li şarkılar yapıyorlar. Yine güzel şarkıları var, ama eski şarkıları çok daha güzeldi bence (hele Joshua Tree albümü), özellikle sözleriyle ve Edge'in bol ekolu-delayli nevi şahsına münhasır gitarıyla.

Bunun yanında "benim çok param var, bunun 10da 1ini hayır için harcasam geri kalanını da yerim" mantığı bence biraz sahte. Yani adam bir nevi harcayamadığı fazla parasını hayır kuruluşlarına veriyor, geri kalanıyla milyarlık garip güneş gözlükleri takıyor, öküz gibi jeeplere biniyor, pahalı barlara gidiyor (http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/bono-nuran-sultan-ile-eglendi.html), işte tam da bu yüzden insanlar Bono'ya "soytarı" diyor ama yine de taşa tutamıyorlar.. Tamam itiraf ediyorum, bu çok içten olmadı. Ben zengin değilim ama atıyorum bir gece de bir bira daha az içip artan 5 lirayı aç birine verebilirim. Bunu hepimiz yapabiliriz ama yapmıyoruz. Yine de gerçekten sınırsız miktarda param olsa, gidip her şeyin en pahalısını alıp en pahalı yerlere gitmezdim herhalde. Param olmadığı için söylemesi rahat, ama insan kendini az çok tanır: Çok param olsa yine Pendor'a, Küçük Beyoğlu'na giderdim (artık gidemiyorum ama bu çok farklı bir hikaye, neden başka bir yazının konusu olmasın ki?), neden mutlu olduğum yeri değiştireyim ki? "Kurallarıyla içip eğlenen" zengin insanların olduğu gece kulüplerinde ne işim var..

Kısacası konser hakkında söyleyeceğim şey; bence U2 bu kadar büyük prodüksiyonu hak edecek bir grup değil. Gerçi paraları var ve yaparlarsa daha çok kazanacaklarını biliyorlar - böyle bir prodüksiyon olmasını zaten kendileri istiyor ve altından da kalkabiliyorlar, o yüzden yapıyorlar. Ama bilmiyorum işte, içim hiç rahat değil. Konser gerçekten çok güzeldi, ama beynimin arkasında hep "Tamam da bu neydi ki şimdi lan, sen gönülde anarşist - eşitlikçi falan değil miydin, nedir bu Rihanna konseri gibi görseller ön planda şarkılar arka planda?" diyor bir ses. Zaten insanların U2 konserlerini doldurması ama  yine de Bono'dan nefret etmesi de bununla ve tabi yukarıda bahsettiğim değişimle alakalı diye düşünüyorum. Bu tarz garip değişimlerde Madonna bir, Bono iki. Eskiden çok daha iyilermiş.

Darısı David Bowie, David Gilmour, Paul McCartney ve bilumum güzel müzik yapan insanın başına.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Beynim zonkluyor.

Son zamanlarda gittikçe şeffaflaştım, herkese karşı gayet açığım.

Bu cümlenin eş anlamlısı da şu: Beynimden söküp atamadığım dertleri başkalarına saatlerce tekrar tekrar anlatarak herkesin kafasını s.kiyorum ve insanları artık sıkmaya başladım.

Bu; tezgahtara "satış uzmanı" demek gibi bir şey. Aşağılamıyorum, ben de yaptım o işi. Ve gayet tezgahtardım, satış uzmanı falan değil.

İnsanların beynini yüzyüzeyken s.kmek yetmedi, artık burada da şeffaflaşmaya karar verdim. Çünkü kafamı başka hiçbir şey boşaltmıyor. Bir dolu şey yapmaya çalışıyorum, yapıyorum. Meşgulüm aslında, evde oturduğum için vakit geçmiyor falan desem yalan, her gün çalışıyorum. Bir bokuma yaramıyor ama. Yaptığım işten ne bir şey anlıyorum, ne ona konsantre olabiliyorum, ne de son zamanlarda zevk alıyorum. Hele alkol, ah alkol, her seferinde daha da kötü yapıyor. Artık sarhoş olamıyorum, ve bu çok kötü bir şey. Uyuyabilmek için aldığın uyku haplarının uykunu kaçırması gibi trajikomik bir şey hatta. Diyorum ki uzaklaşsam buralardan, başka bir şehre, "mimlenmemiş" bir şehre, daha önce hiç bulunmadığım, onun izlerinin olmadığı bir şehre kaçıp gitsem, hayatımı durdursam bir süre, işi - okulu bıraksam ne olur ki sanki? Belki 1 ayın sonunda kafamı toparlayabilmiş olurum.

 Hâlâ aşık olduğun (Aşk nedir bu arada? Bu başka bir topicin konusu olmalı. Hatta başka bir hayatın konusu olmalı, o kadar geniş.) eski sevgilini başka bir erkekle beraberken görmekten daha acı verici bir şey olabilir mi bilmiyorum. Seninle zamanında yaptığı şeylerin aynısını yapması, beraber uyuduğunuz yatağa onu sokması, onları aylarca beraber vakit geçirdiğiniz eve giderken görmek. Kıskanmak değil bu, çok daha ötesi. Bir kere "ben burada ölmek üzereyken o nasıl başka birini sevebilecek zamanı buldu?" diye soruyorsun. Sonra cevap zank diye yapışıyor beynine, çünkü o seni bırakmıştı zaten çoktan. Bu neden oldu peki diye düşünüyorsun sonra da, kendini suçluyorsun.

Abarttım az önce, bundan daha büyük acı vardır muhtemelen, ama insan tecrübe ettiklerinden ibaret. Ve bugüne kadar tecrübe ettiğim en büyük acı bu oldu. Reddedilme, başarısızlık, diş ağrısı, sırt ağrısı, kaza, acizlik duygusu hatta en yakınının ölmesi. Bugüne kadar yaşadığım en kötü duygular bunlardı. Bunların toplamını bile geçmiş bir çöküntü hissediyorum içimde. Diyecek o kadar çok şeyim var ki daha. Sayfalarca boş söz, buharlaşmaya hazır. Hepsini yaz(a)mayacağım.

Burayı okuyan insan sayısı çok kısıtlı. Bunu bilerek rahatça yazabiliyorum istediğimi. Tüm internet alemine açık bir site, beni tanımayan okusa "ergen" der en fazla, beni tanıyanların da hepsi kafalarını s.ktiğimden zaten bu durumu artık kelimesi kelimesine ezberledi. Kendisi de burayı takip etmediğinden bir sorun yok.

Ediyorsa da okusun, ne farkedecek ki. Kurallar nerede? Ben bir kural göremiyorum. Bunları okumasını istemiyorum aslında, ama bu düşüncelerin farkındadır herhalde. Tüm bunları ona yazıp her şeyi sarpa sardırmak istemedim. Ama bunları yazmam gerekiyordu ve buraya yazdım. Belki de bilinçaltım onun okumasını istiyordur, o yüzden buraya yazıyorumdur. Peki bu artık umrumda mı? Söylediğim gibi artık şeffaflaştım. "Bu böyle yazılır mı hiç?" sözlü kuralını koyan insanla tanışıp "Neden?" diye sormak istiyorum.

Yazdıklarımın bir etkisi olmasını istemiyorum, beklemiyorum, olmaz da biliyorum. Sadece aklıma gelen her cümlenin yitip gitmesinden bıktım. Buraya ya da defter köşelerine yazdığım şeyler, düşündüklerimin sadece %1'idir herhalde. Çünkü inanır mısınız, artık uyku dahil nefes aldığım her an düşünmeden duramıyorum. Hayat, sevgi, ölüm. Şu üç terim hakkında sabah akşam kalitesiz edebiyat parçalıyorum. Eh, zamanının tümünü harcadığın şeyin de yok olup gitmesini istemiyorsun. Her ne kadar çok düzensiz, oradan buradan olduğunu bilsen de, yazıyorsun işte. Kalıcılık arıyorsun, kaliteye bakmadan.

Burası benim kişisel alanım. Kağıtta olmasını tercih ederdim, çünkü o kağıdı sonradan elinde tutunca beş duyun harekete geçiyor. Bilgisayar ortamında bu pek olmuyor ama hızlı olması için bilgisayarda yazıyorum. Yayınlamayabilirim tabi ki. Ama yayınlayacağım. Kuralları kim koyuyor ki?

Hiçbir şeyi anlamlandıramıyorum. Karmakarışık oldu hayat. Geçen sene dert sanıp üzüldüğüm küçük saçma sorunlar bugün o kadar sık geliyor ki başıma, artık çok rahat göz ardı edebiliyorum. Belki bu şekilde "acı insanı güçlendiriyordur." Haha ne klişe bir şey bu. Güçlenmek istemiyorum. Acı çekmek istemiyorum. Acı çekmemek adına tüm güzel anıları yok etmek dahil herşeyi yapardım. "Şunu yap, acın geçecek" diyen birini bir bulsam, ah bir bulsam, ne derse desin uygulayacak durumdayım. Çünkü kendi yaptığım şeyler hiçbir işe yaramadı, daha ne yapabilirim ki?

Zamandan nefret ediyorum.


***Yukarıda bahsettiğim kişi ben değilim..! O kişi hepimiz. Almanya'daki Hans ve ABD'deki Jim. Ya da siz kim olmasını istiyorsanız o. Sadece önyargılı okumayın. Herkes tek başınadır, hisler kişiye özeldir, ama bir o kadar da genel-geçerdir malesef. Yukarıdaki gibi hisseden çocuk yalnız değil. Daha doğrusu yalnız, ama onun gibi hisseden milyonlarca başka erkek de var. Bu insanı rahatlatır mı bilinmez, ama en azından "ben neden herkes gibi olamıyorum?" diye düşünmeni engelleyip kendine yabancılaşmamanı sağlar. Bir nevi "her işte bir hayır vardır" kafası.